Geçtiğimiz hafta, TL’nin ABD doları karşısında 3.80’lerin üzerine çıkması ile Türkiye ekonomisinin 2014’ten beri iki defa karşılaştığı darboğazın yeniden ortaya çıkması ihtimali belirdi. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) 2014 başında ve 2016 başında TL’nin hızlı değersizleşmesini önlemek için iki kuvvetli faiz artışı gerçekleştirmişti. 2017’nin sonuna yaklaşırken faizi düşürme söylemleri artarken, kurdaki hareket yeniden sert bir faiz artırımı baskısı yaratıyor. Bunun gerçekleşmesi durumunda 2014’ten beri farklı yollarla ertelenebilen stagflasyonist sıkışmanın, önümüzdeki dönemde yeniden gündeme gelebileceğine dair emareler birikiyor. 2019’da yapılacağı ilan edilen ve ülkeyi yöneten siyasi heyet tarafınan “varlık-yokluk” meselesi olarak görülen seçimler öncesi, ekonomide yeni bir darboğazın yaşanması olasılığı, ülkenin kaderini belirleyebilecek bir etkiye sahip olabilir.
FED’E YENİ BAŞKAN
Şüphesiz ki, son dönemde yaşadığımız ekonomik sorunların, Türkiye içi nedenleri var, bunların bir kısmına geçen hafta değinmiştim. Ancak Türkiye gibi ülkeleri konuşurken, küresel ekonomik konjonktürden bağımsız bir değerlendirme yapmak mümkün değil. Yine geçtiğimi hafta ABD merkez bankası FED’in yeni başkanının kim olacağı ile ilgili olasılıkların dolardaki harekette etkili olduğu konuşuluyor. Ancak meseleyi daha geniş bir perspektiften değerlendirmekte fayda var. Konuya böyle baktığımızda Türkiye’deki gelişmeleri küresel krizle bağlantılı bir şekilde düşünmeliyiz.
KÜRESEL KRİZİN AŞAMALARI
2008’de ABD’de patlak veren küresel ekonomik kriz, 2011 sonrasında Avrupa’da özellikle güney ülkelerinde yaşanan borç krizine dönüşerek devam etti. 2013 sonrasında ise, küresel krizin üçüncü aşaması “yükselen piyasa ekonomilerindeki” ekonomik büyüme oranının yavaşlaması ile görüldü. Dolayısıyla, bu yazıda ele aldığım 2014 sonrası dönem, küresel krizin üçüncü aşamasının Türkiye’ye etkilerini gösteriyor.
“Yükselen piyasalar” olarak adlandırılan ülkelerdeki ekonomik yavaşlama olarak görülen üçüncü aşamanın başlangıcı, krizin ABD’deki seyri ile ilişkilidir. Buna göre ABD, üç aşamalı bir krizden çıkış stratejisi izlemekte: (i) FED’in Mayıs 2013’te niceliksel genişlemeyi durduracağını ilan etmesi, (ii) niceliksel genişlemenin durdurulmasına ek olarak faiz artışının gündeme alınması, (iii) “normalleşme” olarak tanımlanan, niceliksel daralma dönemine girilmesi.
YAVAŞ ÇEKİM KRİZİN ETKİLERİ
Türkiye gibi ülkeler, ABD’nin yukarıda sıraladığım her bir hamlesinden olumsuz etkilendi, etkilenmeye de devam ediyor. Küresel krizin üçüncü aşamasının hızlı ve sert yaşanmamasının en önemli nedeni, ABD’deki ekonomik toparlanmanın yavaş seyretmesidir. Bu yavaş toparlanma sırasında FED, yeni bir finansal çöküşe neden olmamak için faiz artışını mümkün olduğunca geciktirmiştir. Türkiye açısından 2017’nin 2013’ten farkı, bugün Avrupa Birliği Merkez Bankası’nın (ECB) da, FED ile eşgüdümlü olarak varlık alım programını azaltmaya başlamasıdır.
Kısacası karşımızda duran tablo şu: Küresel konjonktürün Türkiye gibi yüksek ve kronik cari açığı olan ülkeler lehine olmadığı bir döneme giriyoruz. 2013’ten itibaren yavaş çekimde ilerleyen küresel krizin üçüncü aşaması, 2018 ile birlikte, 2014 başındakine benzer şekilde yeniden hızlanıyor.
DIŞA BAĞIMLI EKONOMİK YAPI
Türkiye ekonomisinde yaşanacak gelişmeler, ekonominin dövize bağımlı yapısı nedeniyle, küresel konkonktürdeki değişimlerden bağımsız düşünülemez bir noktaya gelmiştir. Sermayenin uluslararasılaştığı bir dönemde, elbette her bir ülke, küresel konkonktürden etkileniyor. Ancak Türkiye’deki etkinin kendi ligindeki ülkelere göre daha fazla olmasının nedeni, 2000’li yıllarda uygulanan ekonomi politikalarının doğrudan sonucu olarak ortaya çıkan kronikleşmiş cari açık sorunudur. Ekonomide yapılan bir “operasyon” var ise bu, 2000’li yıllar boyunca süren ve Türkiye ekonomisini sermaye akımlarındaki değişmelere aşırı duyarlı hale getiren ekonomi politikasının uygulanmasıdır.
EKONOMİK SIKIŞMANIN MEKANİZMASI
Üretimdeki dışa bağımlılık, ekonomiyi dövizdeki hareketlere aşırı duyarlı hale getirmiştir. İhracatın dahi ithalata bağımlı olduğu mevcut üretim yapısı içinde, kurdaki hareket iki kanaldan ekonominin genelini etkilemektedir. İlki, “dış borcun özelleşmesi” olarak da görülebilecek olan özel sektörün döviz biçimindeki borcunun muazzam artışı sonucunda, kurdaki yukarı yönlü hareketin doğrudan firmaların borç yükünü artırmasıdır. Yani kur artışı, döviz borçlusu firmaları iflas riski ile karşı karşıya bırakabilir. Özellikle döviz borcunun yüzde 70’inin bin firmanın üzerinde olduğunu düşünürsek, bu riskin büyüklüğü daha da anlaşılabilir. Kurun ekonomiyi etkilediği ikinci kanal ithalat faturasının artması yani enflasyondaki yükseliştir. Her iki etkinin ortak olarak yarattığı sonuç ise faiz artışı baskının ortaya çıkmasıdır.
2014 VE 2016
Yukarıdaki grafikte, Ocak 2014 ile Ekim 2017 arasında ABD Doları ile TL ilişkisi ve faiz oranı görülüyor. Merkez bankası bu yıl başında örtülü para politikasına geçtiği için, Ağırlıklı Ortalama Borçlanma Faizi’ni, politika faizi olarak ele aldım. Faizdeki gelişmeleri grafiğin sol ekseninden, Dolar-TL’deki hareketi de sağ taraftan izleyebilirsiniz.
Grafikte 1 ve 2 numaralarla gösterilen bölgeler, iki sert faiz artışının yapıldığı dönemler. Bunlardan ilki Ocak 2014’te TCMB’nin olağanüstü toplantı yaparak gerçekleştirdiği, ikincisi de tek bir toplantıda değil ancak zamana yayarak gerçekleştirdiği faiz artışını gösteriyor. Burada ilginç olan 2016’daki faiz artışının, 2014’tekinden daha fazla olmasına rağmen, para politikasının örtülü alana geçmesi nedeniyle bunun açıkça görülememesi. Zira TCMB’nin resmi politika faizine bakıldığında, 2016 yılında herhangi bir faiz artışı görülmüyor!
2017 SONU
Grafikte 3 numara ile dolardaki ve faizdeki son bir aylık gelişme gösteriliyor. ABD ile yaşanan vize krizi ve Almanya ile olan ilişkilerin daha da gerilmesiyle ivmelenen kur sonucunda, hem enflasyon hem de firmalar üzerindeki borç ödeyememe riski daha da artıyor. 2016 yılında yaşanan benzer bir darboğaz, küresel konjonktürün yardımı ve Kredi Garanti Fonu uygulaması ile aşılmıştı. Geçtiğimiz yıl Ekim ayında reel olarak sıfıra yaklaşan kredi genişlemesi, KGF yardımıyla muazzam bir şekilde artırıldı. Kredi genişlemesi, küresel konjonktürün olumlu seyretmesi sonucunda para girişi ile birleştiğinde 2016 başındaki kriz ertelendi.
2017 sonuna yaklaşırken, bir yıl sonra kredi genişlemesi reel olarak yeniden sıfıra yaklaştı, yani durma noktasına geldi. Böyle bir atmosferde, kurda yaşanan atakların sürmesi durumunda faiz indirimi şöyle dursun, artırmak kaçınılmaz hale gelebilir. Bu durumda, işsizliğin, enflasyonun ve faizlerin aynı anda arttığı bir “korku tüneli” ile karşılaşabiliriz. Kısacası 2017 sonu itibariyle, bir süredir farklı yollarla ertelenen krizin yeniden gündeme gelmesiyle karşı karşıya olabiliriz.