Her şey, ev ile iş yerimin arasının yürüyerek katedilebilecek mesafede olduğu günlerin geride kalmasıyla başladı. Başka bir üniversitede çalışıyordum artık. Evimden iş yerime ulaşabilmek için iki ayrı toplu taşım aracına binmem gerekiyordu. Daha çok dolmuşu tercih ediyordum.
Dolmuş, doğum yeri İstanbul olmasına karşın, çoktandır Ankara’ya özgü bir toplu taşım aracı. Eskiler bir yerden diğerine ulaşmak için kullandıkları araca vesait derlerdi. Nedir, nasıldır, ne zaman ve neden ortaya çıkmıştır bu vesait, diye merak edenlere İlhan Tekeli ile Tarık Okyay’ın “Dolmuşun Öyküsü” kitabını tavsiye ederim (ODTÜ Mimarlık Fakültesi Basım İşliği Yayını, 1981).
Dolmuş otobüse benzemez, biliyorsunuz. Ön kapıdan binip, bileti basıp, parayı ödeyip yerinize geçemezsiniz. O parayı şoföre ulaştırmanız lazım bir şekilde. Eskiden imece usulü uygulanırdı dolmuşlarda. Arkadan öne doğru uzatılan paralar şoföre ulaştırılır, üstü verilecekse aynı trafik gerisin geri işlerdi. Kimse de gocunmazdı bundan. En fazla öne oturulmamaya çalışılırdı, şoförle yolcular arasında köprü vazifesi görmemek için.
Yıllar sonra sık sık dolmuşa binmek zorunda kalınca ilk fark ettiğim kimsenin birbirinin parasını şoföre uzatmıyor olduğuydu. Kazara öndekinden böyle bir talepte bulunursanız, görmezden/duymazdan gelmekten başlayarak homurdanmaya ve azarlamaya varan bir tepkiyle karşılaşıyordunuz. Önce tek bir hatta böyle herhalde, diye düşündüm. Sınıfsal, kültürel bir sebebi vardır, dedim. Ama sonra bunun tüm hatlarda böyle olduğunu öğrendim.
Kısa mesafeli ve küçük çaplı bu dayanışmacı etkinliğin farkına varmadan ortadan kalkmasını, insanların hoyratlaşmasını neye bağlamalıydı? Epey düşündüm. Ve son yıllarda tecrübe ettiğimiz birçok tedirgin edici toplumsal dönüşüm gibi bunun da bizi birbirimize düşmanlaştıran, çıkar hesabı yaptıran, bireyciliği bir tür koruma kalkanına dönüştüren derin toplumsal yarılma ve korku iklimine bağladım.
Dolmuşta geçirilen zaman, diğer vesaitlere kıyasla daha fazla gözlem yapabilme şansı veriyor insana. Daracık bir mekanda, trafik ışıklarına da takılarak, dur-kalk düzeniyle süren uzun yolculuklarda size benzemeyenlerle, farklı kültürler, diller, hayatlar, hayaller, beklentiler, tavırlar, politik kaygılar ve ilişkilerle karşılaşabiliyorsunuz. Kendisiyle tanışıp söyleşi de yaptığım Macar yazar Krisztina Toth, Türkçe’ye çevrilen enfes romanı Piksel’i, Budapeşte’deki metro yolculuklarında yaptığı gözlemlerin birikimiyle yazdığını anlatmıştı. Başkalarıyla aynı gemide değilse de, aynı dolmuşta olmak hayret, endişe, umut, neşe ve merhamet hislerinin anbean birbirleriyle yer değiştirmesine sebep oluyor. Bizde de usta bir yazarın bunları yaratıcı gücüyle harmanlayarak kağıda dökmesi güzel olurdu.
Başta da söylediğim gibi, toplumsal dönüşümlerin emareleri dolmuş sakinlerinin sözlerinden, gözlerinden, hal ve tavırlarından, vücut dillerinden takip edilebiliyor. İlk duraklardaki kuyruk kavgaları, içerideki en rahat ve güvenli koltuğa oturma arzusunun tezahürü. Bunlar da tekli koltuklar ve ön sıralarda yer alanlar. Özellikle kadınlar tekli koltukları tercih ediyorlar ki, bacaklarını açarak oturan veya tacizkar bir tavır sergileyen erkeklerden uzak dursunlar. Bu arada, erkeklerin yanına zinhar oturmayan kadınlar da var. Bunlar genelde mutaassıp olanlar. Kasisler, virajlar ve ani fren yapan çılgın şoförlere rağmen tüm bir yolu ayakta katetmeye razılar. Ama bazen kendilerine ettikleri zulmü, kendileri kadar mutaassıp olmadığını düşündükleri kadınlara da ediyorlar. Geçen aylarda dolmuşa benden sonra binen altmışlı yaşlarında, tesettürlü bir kadının, tek boş yerin bir erkeğin yanı olduğunu gördükten sonra, yerime oturmak istediği için beni oturduğum tekli koltuktan kalkmaya ve o erkeğin yanına oturmaya davet etmesi mesela… Şaşkınlığımı belli edince “Senin için dert değil nasıl olsa” demesi de cabası. Hem bana, hem de potansiyel bir tacizci muamelesi gören erkek yolcuya hakaret etmiş olduğunu düşündüğünü ya da bunu umursadığını sanmıyorum. Bu cüretkarlık da Yeni Türkiye’nin özelliği. Yeni Türkiye’nin yarattığı bir başka hoyratlık ise bunun tersine, türbanlı bir kadın veya bir mülteci/göçmen ile karşılaşıldığında nefret söylemi içeren bir dil tutturmak, yüksek sesle söylenmek veya yanındakinin onayını bekleyerek sövüp saymak.
Memleket insanının cep telefonu ile olan muhabbeti hepimizin malumu ve bu yakın ilişkiden kaçınmak çok zor artık. Ancak, bu kadar dar bir alanda, yan yana, arka arkaya otururken yol arkadaşınızın tüm hayat hikayesini, mahremiyetini, duygusal ve cinsel sorunlarını, politik görüşünü, tüketim tercihlerini, ekonomik durumunu, gözyaşları veya küfürler eşliğinde elindeki cep telefonunun diğer ucundaki şahsiyetle birlikte sizin de idrak etmeniz oldukça rahatsız edici oluyor. Bu seviyedeki bir pervasızlık yol arkadaşlarını bir daha görmeyecek olmaktan kaynaklanabileceği gibi, özel olanın politikleşmesi beklentisinin, özel olanın alenileşmesiyle sınırlı kaldığını düşündürüyor. Bu kakafoniye dolmuş şoförünün aracında tek başınaymışçasına yüksek sesle dinlediği müzik yahut propaganda amaçlı olarak tüm yolculara dinlettiği siyasi demeçler, miting yayınları, marşlar, ilahiler, dini sohbetler v.b. eşlik ediyor.
Yine son yılların ortaya çıkardığı bir deformasyondan da söz etmek gerek. Özellikle seçim sath-ı mailine girildiği dönemlerde, yan yana oturan yolcuların hemen bir siyasi tahlile girişmeleri, buna şoförün veya diğer yolcuların laf atarak müdahil olmaları, neticede de sakince başlayan bir sohbetin kavgaya, itiş kakışa dönüşmesi veya hemen geçici bir ittifak kurulması sık rastlanan bir durum artık.
“Şunu uzatabilir misiniz?” sorusuna aldığımız cevap toplumsal dönüşümün mahiyetini, dolmuşlar ve diğer vesaitlerde karşılaştığımız insanlar da dünyanın bizden, görüşlerimiz, algılarımız, politik tercihlerimiz, değerlerimiz ve beklentilerimizden ibaret olmadığını gösteriyor.