Donald Trump yeniden seçilirse ülkeyi terk eder misiniz?
Bir nesil Amerikalı, ülkeden kaçmaya hazırlanıyor. Ülkemi Trump yanlılarına teslim etmek konusunda isteksizim. En kötülerimizin zafer iddialarında bulunmasına göz yummak, inandığım her şeye aykırı.
Jennifer Finney Boylan
Birinin bunu söylediğini ilk duyduğumda, bir şaka olduğunu düşünmüştüm.
“Bu ülkeyi terk ediyorum,” diye mırıldandı arkadaşım. “Eğer Trump tekrar seçilirse, benden bu kadar. Asla geri dönmeyeceğim.”
Önce bunun bir şaka olduğunu düşündüm; zira Donald Trump’ın tekrar seçilebileceğine inanmıyordum. Bunca yıl süren ırkçılığın ardından bu mümkün olamazdı. Hayatını kaybeden askerlerimizi 'beceriksiz' ilan ettikten, Posta Ofisi’ni kösteklemeye çalıştıktan, neo-Nazilerin yanında saf tutanları 'çok iyi insanlar' diye nitelendirdikten ve çocukları hapishanelere attıktan sonra olmazdı. Lafayette Meydanı’nda elindeki İncil’i sallayabilmek için göstericileri göz yaşartıcı gaza boğdurduktan sonra, bu olmazdı. Beceriksizliği, Covid-19 salgını yüzünden 200 bini aşkın hayata mal olduktan sonra olmazdı. Ekonomik çöküşten sonra olmazdı. Barışçıl bir iktidar devri yapmayı reddettikten sonra olmazdı. Yalanlarının ardına eklediği onca yalandan sonra olmazdı.
Elbette, kasım ayındaki seçim sonuçları birbirine yakın bile olmamalı. Çünkü evrenin ahlaki oku adalete doğru eğilir. Öyle değil mi?
SAĞCILARIN YARATTIĞI CEHENNEMDEYİZ
Bunun bir şaka olduğunu düşünmemin bir diğer nedeni, arkadaşımın asla yabancı bir kıyıda hayata yeniden başlamayı seçmeyecek olmasıydı. Tabii ki, burada işler ne kadar kötü olursa olsun, sonsuza kadar kötü olmayacaktır; neticede, Amerikalılar olarak görevimiz bu günlerin kötülüğüne karşı direnmeye çalışmak, karşı koymak ve bu ülkeyi daha önceki iyi haline geri döndürmek için elimizden geleni yapmak değil mi?
Buna karşın, tüm yaz boyunca, Kanada'ya taşınacaklarına yemin eden arkadaşlarımın nakaratlarını dinledim. Yeni Zelanda’ya. Arjantin’e. Eğer Donald Trump bir şekilde seçimleri tekrar kazanırsa, burası dışında hemen hemen her yere...
Ruth Bader Ginsburg’un ölümünden bu yana, bu tür fısıltılar daha da çoğaldı. Mitch McConnell'le bu kadarı yeter. Lindsey Graham’la da öyle. Ulusal Tüfek Derneği, Özgürlüğü Savunma Birliği ve Federalist Toplum ile artık buraya kadar. Demokratların çocukları yediğine -gerçekten- inanan bunca QAnon destekçilerinden bıktık. Donald Trump’a ve bu ülkenin dönüştüğü her şeye yeter artık.
Bazı arkadaşlarım çok geç kaldığımızı söylüyor. Joe Biden seçilse bile, Amerika’nın temelleri sonsuza dek tahrip edildi. Tebrikler, Fox News. Sen kazandın!
Birçok nedenden ötürü bu düşünce biçimine karşı direndim. İlk olarak, ülkemi Trump yanlılarına teslim etmek konusunda isteksizim. En kötülerimizin -şimdi onlara 'acınası insanlar' desem uygun olur mu?- zafer iddialarında bulunmasına göz yummak, inandığım her şeye aykırı. Bir başka neden ise, ülkeyi terk etmenin bana yalnızca hisselerini toplayıp hayata yeniden başlamak için yeterli parası olan ayrıcalıklı insanlar için geçerli bir seçenek gibi gelmesi. Ve son olarak, ‘en iyi günlerinde Amerika’yı sevdiğim kadar başka bir ülkeyi sevebilir miyim’ sorusu.
Ama belki de, eski bir şarkının dediği gibi, bunu tekrar düşünmem daha iyi olacaktır. Çünkü Amerika’ya karşı en iyi günlerinde hissettiğim sevgi, artık utanç ve öfkenin gölgesinde kaldı.
SIĞINACAK BİR LİMAN VAR MI?
Ben de kendi araştırmamı yapmaya başladım. Karım ve ben, 1990’ların sonlarında Cork Üniversitesi’nde ders verdiğim dönemde İrlanda’da yaşamıştık ve oraya dönmeyi çok isterim. İrlanda dünyadaki en ilerici ülkelerden biri haline geldi. Ve ayrıca Guinness, Murphys ve Beamish biraları var. Müzik var. Kentin kendi yazarlarına gösterdiği saygı var. Dingle Yarımadası’nda vahşi Atlantik kıyıları var.
Ne var ki, İrlanda vatandaşlığı yalnızca büyükanne ve büyükbabalarınız ya da ebeveynleriniz İrlandalı ise söz konusu olabilir; 19'uncu yüzyılın ortalarında (Boylan soyadını taşıyan atalarım gibi) Büyük Kıtlık nedeniyle göç edenler, bana bir nesil ya da daha fazla uzaklar.
Annemin ailesi bu ülkeye Almanya’dan geldi ya da daha açık söylemek gerekirse, Doğu Prusya’dan. Fakat annem burada doğdu ve Almanlar, ailen Alman olmadığı müddetçe vatandaşlık vermiyorlar. (Ya da Nazilerden kaçan Alman vatandaşlarının soyundan gelmiyorsanız.) Kısacası, Almanya uzak bir ihtimal gibi görünüyor. Ve elbette, artık Doğu Prusya diye bir yer de yok; 1945’ten sonra Polonya ile Sovyetler Birliği arasında bölüşüldü. Doğu Prusya’dan gelen göçmenler, şu anki ‘Bundesrepublik’ tarafından Alman vatandaşı olarak kabul edilir mi? ‘Es ist nicht sicher’. (Güvenilir görünmüyor.)
Bir de Litvanya var. Babamın büyükbabası 1890 yılında Mazeikiai’de dünyaya gelmişti. Eğer büyükbabanız vatandaşsa, her ne kadar bu durum benim için karmaşık olsa da, Litvanya sizin başvurunuzu dikkate alacaktır; çünkü büyükbabam doğduğunda, ülke hâlâ Rus İmparatorluğu’nun bir parçasıydı. Yine de bunun AB pasaportuna giden son yol olması imkânsız görünmüyor. Bir kez resmen Litvanya vatandaşı olduktan sonra AB pasaportunu kullanabilirim, bu doğru: Haydi İrlanda’ya! Gördünüz mü? Sistem çalışıyor!
Peki, Litvanya hakkında ne biliyorum? Ne olursa olsun, dilin Rusçaya çok benzediği söyleniyor. Daha zor olması dışında tabii ki. Merhaba demek için “Sveiki!” dendiğini biliyorum. Ve veda etmek için, “Iki pasimatymo” demelisiniz.
Ayrıca Avrupa Birliği’ndeki en matah LGBTQ dostu ülke olmadığını da biliyorum. Bu ise beni düşündürüyor. Ama önümüzde bunun gibi dört yıl daha var.
GİDENLER NE DİYOR?
Gazeteci Audrey Edwards, bir göçmen olarak kişisel deneyimlerini aktardığı “American Runaway: Black and Free In Paris in the Trump Years” (Amerikalı Kaçak: Trump’lı Yıllarda Paris’te Siyah ve Özgür) adlı çok başarılı bir yeni denemeler derlemesi yayınladı. “Kaçmak, benim (Siyah Amerikalı/ç.n) toplumumda tarihsel açıdan devrimci bir hareket ve değerli bir beceri olmuştur” diyor. “Tarihsel olarak, kaçmak için hayatlarımızı kurtarmak, ruhlarımızı geri kazanmak ve özgür olmak gibi doğru ve asil nedenlerimiz vardı.”
Ben Siyah bir Amerikalı değilim; aksine, bir kova keçi sütü kadar beyazım. Buna karşın, tuhaf bir insan olarak, ruhunu geri kazanmak ve özgür olmak için özlem duymanın nasıl bir şey olduğunu iyi biliyorum.
Edwards, Trump’ın göreve başlamasından tam bir gün önce Paris’e taşınmıştı. “Bunu tam zamanında yaptım,” diye yazmış.
Şüphesiz, Fransa’nın da kendi önyargıları var; fakat Edwards, Amerikan tarzı ırkçılığın olmamasının ferahlatıcı bir etkisi olduğunu dile getiriyor. Edwards, Paris’te yaşayan Afrika kökenli Amerikalıların, geçen yüzyılda Josephine Baker, Richard Wright ve James Baldwin’in dahil olduğu bir hareketin çağdaş versiyonu olarak Avrupa’nın en büyük gurbetçi topluluklarından biri olduğunu belirtiyor.
Edwards, Amerika’nın dönüştüğü şeye bir tepki olarak ülkeyi gerçekten terk etmek noktasında alışılmadık bir örnek olabilir ama benim tahminime göre, buradan kaçma arzusu gittikçe yayılıyor.
“YA AMERİKA’YI SEV YA DA TERK ET!”
Breonna Taylor’la ilgili mahkeme kararından sonraki sabah, Pulitzer ödüllü şair Jericho Brown, Twitter’da takipçilerine şu soruyu yöneltti: “Eşcinsel bir siyahın korku duymadan etrafta gezebileceği ve yaşayabileceği, dünyanın en güvenli (en az tehlikeli) kenti hangisidir?” Verilen birçok cevapta, Amerika’daki yalnızca birkaç kentin adı anılıyordu.
Brown, şimdilik yalnızca bir araştırma yaptığını dile getirdi. Ama ben bir Amerikan neslinin şu anda bir 'araştırma yapıyor' olmasının şok edici olduğunu söyleyebilir miyim? Yahut, bu kadar çok insanın, artık buradan ayrılma vaktinin geldiğini yüksek sesle ifade etmesinin ne kadar şaşırtıcı olduğunu?
Donald Trump’ın bizleri sürüklediği yer işte burası; ülkemizin yok olup olmayacağını merak etmeye başladığımız bir yer ve bu şekilde yaşamaya devam etmektense başka bir yerde hayata yeniden başlamayı tercih ettiğimiz bir zaman dilimi…
Çocukluğumda yaşanan Vietnam Savaşı döneminde, muhafazakârların söylediği şeylerden biri, “Ya Amerika’yı sev ya da burayı terk et!” idi. Şahsen, bu hakaretvari kışkırtmayı ilham kaynağına dönüştürmek için, onu bir meydan okuma olarak görürdüm. “Ülkemizi terk etmemeliyiz” diye düşünürdüm; onu daha iyi bir hale getirecek cesarete sahip olmalı, ülkenin kalbinde yatan ırkçılık ve adaletsizlikle savaşmalıyız.
Eskiden şunu da düşünürdüm: Ya Amerika’yı sev ya da onu değiştir! Bu sayede belki bir gün, neticede dönüşeceği şeyi de sevebilirdiniz.
Artık, dört yıllık Donald Trump döneminden sonra, farklı bir sloganım daha olabilir. Ve bu slogan “Iki pasimatymo” (Hoşça kal) Amerika olabilir.
Yazının orjinali NY Times sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)