Nergis Demirkaya, dünkü yazısında söylüyordu: CHP’de seçim sonrası yükselen "değişim" çağrılarına tüzük ve program değişikliği yapılacağı vaadi ile karşılık veren Kemal Kılıçdaroğlu’nun yürüttüğü kapsamlı çalışmada "sona gelinmiş”. Seçim sonrası oluşturulan yeni MYK’nin önemli gündem maddelerinden biri tüzük değişikliği olmuş. Bu çerçevede, 81 il yönetiminden partide istenen değişimle ilgili öneriler alınmış; "on binlerce kişi"den değişim önerileri toplanmış ve bunlar içeriklerine göre tasnif edilmiş. Kılıçdaroğlu, ''Gerçek yenilenmeyi göreceksiniz” dediği tüzük değişikliği taslağını "Tüzük devrimi" sloganıyla açıklamaya hazırlanıyormuş.
Türkiye’nin solcuları, sosyalistleri CHP’deki bu gelişmeleri yakından takip ediyor. Edecek gibi de görünüyor.
"Zorunda mıyız?" diye soruyordu Dinçer Demirkent, dün Gazete Duvar’daki üç adet CHP yazısından ikincisinde. Son seçimler üzerinden Türkiye’de solcuların-sosyalistlerin CHP ile ilgilenme, CHP üzerinden tasarımlar yapma mecburiyetini sorguluyordu.
Cumhuriyet tarihinde solcuların-sosyalistlerin ilgisini hep çekmiştir CHP ama son seçimlerde, bir değişim umuduyla, büyük bir bağlanma içindeydi. Mangalda kül bırakılmayan, "Dönek Kautski", "Hain Troçki" laflarının havada uçuştuğu o devrimci politika tartışmalarını "Oylar Kılıçdaroğlu’na" diyerek bağlayan Türkiye’nin solcuları-sosyalistleri, bu defa bütün ideolojik ayrışmaları bir kenara koymuş, CHP ile neredeyse bir bütün olmuştu.
Dünkü CHP yazılarından üçüncüsünde Osman Özarslan’ın, "Sistem muhalefeti ile bu kadar iç içe geçmenin sonucunda, Millet İttifakı yenilince Emek ve Özgürlük İttifakı da yenilmiş sayıldı" tespitini yapmış olmasının sebebi de bu zaten.
Solcuların ve sosyalistlerin CHP ile bu denli içli dışlı oluşu, onu bu derece dert edişi, en temelde çok tuhaf, marazi bir durum elbette. Zira adına “sosyalizm” ya da “sosyalist demokrasi” denen bambaşka bir düzeni hedeflemiş olanlardan söz ediyoruz. O halde, ne demek oluyor yani, sosyalizmi (ya da sosyalist demokrasiyi) CHP’nin tüzük tartışmalarına katlanarak mı hak edeceğiz? Sosyalizm, CHP tüzüğüne, Ekrem İmamoğlu’na, Eren Erdem’e, Faik Öztrak’a katlanacak olanların hak ettiği bir bayram hediyesi midir? Bu ve benzeri sorular var ama şüphesiz burası bu en temeldeki soruların tartışılacağı bir platform değil.
Ama şunu konuşabiliriz: Solcular ve sosyalistler, demokrasi mücadelesinin doğal bileşenleridir. Demokrasi yoksunluğumuz ise anonim bir eserdir; kimsenin tek başına sorumluluğu yok bunda. Dolayısıyla, onu var edecek değişim umudu da anonim, ortaklaşa bir mücadeleyi gerektirir. Demokrasiyi var kılmak, bütün toplumun işi, hepimizin sorumluluğunda. Ortak ama farklılaşmış bir sorumluluk bu; herkesten yeteneğine göre isteyen bir sorumluluk. Sosyalistlerin de kendi yeteneklerine göre bir sorumluluğu var. Ayrıca halihazırda var olan sistemden kaynaklanan sorunları çözme işini (sosyalizm halleder diyerek) sistemin toptan değişimine havale etmek, sorunları büsbütün çözümsüzlüğe iten bir “çözme” biçimidir, bunu da hatırlatmak gerekir.
O halde, öncelikle, "Seçim değil Devrim!", “Sandık değil Sokak” diyen sloganları, "iki burjuva kampın kapışmasında taraf olmamak" adına yapılan boykot çağrılarını filan bir tarafa koyalım; bunların demokrasi mücadelesine herhangi bir katkısı olamaz, ayrıca, “doğru” veya “yanlış” olması bir yana, bunların bir “politika” oldukları bile söylenemez. Seçime girenler ise, tek bir ittifak çatısı altında bile toplanamadılar. Her iki tavır da sonuçta aynı kapıya çıkar: Aman solculuğuma halel gelmesin! Politizm denen şeydir bu, kendi için politikadır, politika için politikadır. Özü itibariyle politizm olan şeyde de halka ait hiçbir şey yoktur, halkın politika talebine cevap veriyor gibi görünse de yoktur. Bu sadece solculuğu masif söylemden, katı sloganlardan ibaret kılmak, sızdırmaz cümlelere indirgemek demektir. Ve bu öyle bir tarz ki, sistemi işler halde tutanın sanki kendi işleme mantığından çok retorik ya da söylem olduğu hissini verir.
Mesela, zannediliyor ki, Millet İttifakı ve onun Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu, yeterince sol bir plan ve söylem ortaya koymadığı, aksine, halka değil sermayeye ve piyasalara güven vermeyi amaçlayan bir ekonomik vizyon ortaya koyduğu için kaybedildi seçimler. O zaman sormak lâzım; Millet İttifakı böyle yaptı da Cumhur İttifakı yapmadı mı? O halde neden her iki ittifak da halka değil sermaye ve piyasalara güven verdiği halde Millet’e değil de Cumhur’a oy verdi seçmen? İktidara "kaybettirmemiş" bir şeyin, muhalefetin "kaybetme" nedeni olarak tespit edilmesindeki mantık nedir? Ve bugüne bakalım... Bakan Şimşek, göreve gelirken “Türkiye'nin rasyonel zemine dönme dışında bir seçeneği kalmamıştır" demişti değil mi? Ve şimdi o zemine dönülüyor ve dönülürken, yıllarca, bile isteye irrasyonel zeminde kalmış olmanın sonuçlarından doğan kayıpların bedelini bu inatta hiçbir sorumluluğu olmayanlar, emekçiler ödüyor. Buna rağmen, acaba Cumhur İttifakı (bu pazar seçim olsa) oy kaybına uğramış olabilir mi?
Dolayısıyla, bunlar yalnızca “lafı güzaf”. Oysaki yakıcı bir gerçek var, ortada ona yoğunlaşmak gerekiyor. O da şu: Solun doğal tabanı olan Erdoğan seçmeni, solu kendine düşman görüyor. Bu kadar! Sosyalist sol kendi tarihinin çözülememiş bu en önemli meselesine kafa yormak yerine, alışkın olduğu o tipik (güya) solcu tavırlar sergilemeyi tercih ediyor hâlâ. Halbuki bu en temel mesele çözülür, sol kendi doğal tabanını kazanır. Ama sözle değil. Marksizmin yanıltmayan öngörüsüdür: Kavramlar toplumsal değişimlerde sonlanırlar. Soluğu öyle bir sona ermeye yetmeyecek bir söylemin anlamı yoktur. Bütün o sözler, sloganlar, eyleme dönüşmeli. Aksi halde, politik heyecan dalgalanmalarının anlık bir unsuru olmaktan öteye geçemez, geçemediğini, anlık heyecan dalgalanmaları yaratmanın dışında toplumsal değişimle sonlanamadığını da kim bilir kaç kez yaşadık, gördük, öğrendik.
Sosyalist politikanın söylemden çıkıp toplumsal değişimle sonlanması için, ya da umudun hayalden hakikâte erişebilmesi için lâzım olan tek şey, gerçek dışında her şeyden arınmış politikanın billur katılığıdır. Sadece bu: Gerçek dışında her şeyden arınmış politikanın billur katılığı.
O zaman değişim de olur, umut hakikate de erer.
Ne fal ne kehanet; Muallim Naci’nin dizelerindeki gibi:
“Ben ne mesihî ne mesihâ-demim
Zevki hakikatte arar âdemim.”
Dünyada pek çok örneği görülmüştür, uzun süren iktidarlarda seçmen bir aşamadan sonra değişim umudunu yitiriyor.
O nedenle, acilen, gerçek... Sadece gerçek.
Aksi halde, mangalda kül bırakmadığımız, "Dönek Kautski", "Hain Troçki" laflarının havada uçuştuğu o devrimci politika tartışmalarımızı, bu kez de "Oylar İmamoğlu’na" diye bağlayacağız.