1980’lerde Galatasaraylı olmak sözcüğün gerçek anlamıyla “yürek işi”ydi. 1973’ten beri şampiyon olamamış, bir kaç Federasyon Kupası dışında önemli bir başarı elde edememiş, mali yapısı zorda ve “geleneğinin gücü”nden başka bir kurtuluş umudu olmayan bir haldeydi Galatasaray.
Bu kötü gidişatın, 1984’te Alman efsane teknik adam Jupp Derwall’in takımın başına getirilmesi ve Florya’dan başlayarak organize bir tesisleşmenin başlaması ile tersine çevrildiğine inanılır genel olarak. Büyük oranda doğrudur da... Ama bundan iki yıl önce, o yıllarda Türkiye ligini hallaç pamuğu gibi atan Anadolu yıldızı Trabzonspor’un büyük hocası Özkan Sümer’in takımın başına getirilmesi de “miladi” bir hamledir aslında. O 1982-83 sezonunda Galatasaray uzun aradan sonra şampiyonluk yarışına dahil olur yeniden. Sürekli ‘öbür kale’yi arayan, cesurca hücum eden, çok gol atan ama işte ‘yeni’ bir takım... Benim Galatasaraylılığım da o sezonun düğüm maçı olan, 1983 Haziranındaki Fenerbahçe derbisine rastlar. Sekiz yaşına girmemiş bir çocukken, babamın elimden tutup götürdüğü ve benim, üstünden 12 Eylül geçmiş sönük sokakların aksine sarı kırmızı bir çiçek tarlası gibi görünen tribünleri seyretmekten maça pek bakamadığım gün... 4-1 öne geçip şampiyonluk şarkıları söylemeye başlamışken 4-4’e yakalanıp şaşıran, hüzünlenen topluluğa kendimi ait hissettiğim ve o ‘zehiri’ çıkmamacasına bünyeme aldığım maç...
Sonra, neredeyse 10 yaşından itibaren, “yalnız gitmek yok” ültimatomuna rağmen her fırsatta kaçtığım bir duygular tarlası oldu Galatasaray maçları. Kimi zaman yalnız ve korunaksız hissettiğim, “küçük” olduğum için itilip kakıldığım ama peşini bırakmadığım bir “inat”laşmaya dönüşecek; sıklıkla E-5 tarafındaki kale arkası tribünü “Yeni Açık”a, harçlıkları biriktirdikçe, biletleri biraz daha pahalı olan “Kapalı”ya ama Galatasaray oynadıkça Ali Sami Yen’e koşacaktım.
“Uğur Abi” çocukken Kapalı tribünde görmeye başladığım, sonra Kapalı’nın müdavimi olunca ismen ve cismen de tanıyacağım bir tribün emektarıydı. Hep öyle kaldı. Hala öyledir. 12-13-14 senedir şampiyonluk beklenen yıllarda, saatler öncesinden tribüne gelir, her birini kendi boyadığı flamalarını usanmaksızın asarak tribünü süslerdi. Yıllar sonra, Galatasaray tribünlerini anlatan Orhan (Ölçen) abinin “Aslan Yürekliler” kitabından, bu flamaları suluboyayla ve ince fırça kullanarak boyadığını öğrendim. Bu inanılmaz zahmete, “kalın fırça kumaşa yeterince nüfuz etmiyor” diye girişiyordu! Zaten adı da “Flamacı Uğur” olarak kalacaktı. Ultraslan’dan önceki tribün grubu “Aslanlar”ın kurucusuydu. Her maçta tribüne asılan o dev “Kadıköylü Aslanlar” pankartını o getirirdi.
Tertemiz, hep gülen bir yüz, güven veren bir ağabey varlığı... Sevinir, ağlar, teselli eder, mutluluk saçar... Uğur İris... Flamacı Uğur...
Ben 90’ların başından itibaren “müdavim” olmaktan uzaklaştım. Ama ona Kapalı’da, Nevizade’de, ‘Meşale’de, Mecidiyeköy’de, Abdi İpekçi’de rastlamaya devam ettim. Gözüne bakan herkese –hele de Galatasaraylıysa– mutlaka selam verirdi. Bir maç dönüşü, sıkış tıkış korsan Maltepe dolmuşunda, evimin yerini öğrenince, “sizin ordaki büyük şampiyonluk bayrağını ben astım çocuk” dediği “Sarı” olduğumu hatırladı mı bilmiyorum, ama ışıklı selamını çok aldım bu karşılaşmalarda...
* * *
Cumartesi günü Galatasaray-Akhisarspor maçı 3-4 dakika geç başladı. Maça giden arkadaşlar, seremoniden sonra Güney tribünde başlayan “İzmir Marşı”nın tüm tribüne yayılarak dakikalarca sürdüğünü ve bu “gecikme”nin de marşın TV’den duyulmasını önlemek için yapılmış olabileceğini söylüyor. Doğrudur.
Sonra o gün her şey yolunda gitti. Galatasaray 6-0 kazandı. Herkes güle oynaya eve dönmekteydi muhtemelen. Ama Güney tribünden çıkan Uğur İris’e, stat çevresindeki çevik kuvvetin gözü önünde 20 “Galatasaraylı” saldırdı. Bunların karşı Kuzey tribünden gelen ve kendilerininkinden başka tezahürata tahammülü olmadığı bilinen “Ultraslancılar” olduğu, maçtan bir süre önce kendilerinin de söylediği “İzmir Marşı’nın seremoniden sonra Güney tribünden bir kez daha yükselmesinden sorumlu tuttukları için “Flamacı Uğur”u darp ettikleri söylendi. Önce Ultraslan bunu yalanlayan bir metin yayınladı. Sonra Uğur İris, “konu o değil” diyen bir başka açıklama yaptı.
Uğur Abi’nin “güvenliği”ni de düşünerek, bu saldırının “İzmir Marşı” kaynaklı olmadığını varsayalım bir an. Yine de geriye kalan hakikat şudur: Galatasaray tribünlerinin en sevgi dolu, en cefakar, “karıncaezmez” adamı, anti faşist “Ultras” geleneğini isminin önünde bilinçsizce taşıyan bir grubun saldırısına uğradı, yaşını başını almış bir tribün emekçisi, maç bileti, deplasman otobüsü parasına iradesi esir alınmış çoluk çocuğa dövdürüldü.
Bu olay, içinde bulunduğumuz “yeni” dönemin bir iltihap ucudur. Emek ve özveriyle, dayanışma ve sevgiyle kurulmuş değerlerin bindirilmiş kıtalara harcatıldığı bir “dönüşüm” zamanının işaretidir. “Flamacı Uğur”u darp etmeye adam gönderenlerin cesareti, ülkedeki mevcut siyasal-toplumsal gerilimin kendi “lehlerine” seyrettiğini düşünmelerinden gelmektedir.
Güdümlü “Başkanlık” savunucularının tezlerini TV programlarında birkaç dakika içinde yerle bir eden CHP’li Sera Kadıgil’in, bir ‘Hayır’ kampanyası için ne denli etkili bir hatip olacağını bildikleri HDP’li Ayhan Bilgen’in gözaltına alınması, tutuklanması da bu aynı ruh halinin ürünü. Bir süre sonra evet ya da hayır diyeceğimiz ‘dönüşüm’ün sayısız işaretlerinden, birbirinden uzakmış gibi görünen iki alanda çıkan ikisidir bunlar...