Şu gün gerçekten de düşkün olan birkaç insan tanıyorum.
Birini iki bin altıda, Bazîd’de bir miting alanında görmüştüm
ilkin. Mikrofonu uzun ve kederli parmaklarıyla kavrayarak kitlenin
duymak istediği siyasî liderin adını her cümlesinde bir bağlaç, bir
sıfat, bir yüklem, bir özne şeklinde kullanıp alkışı kapıyordu! Sen
orada mıydın, bilmiyorum. Sonra büyük ölçüde kendi huzursuz ruhu
yüzünden kaybettiği bir seçim sonrasında “üzülmeyin” demişti bize,
eğer oradaysan, “Ankara’ya genel başkan olmaya gidiyorum!” Taşralı
bir Fransızca öğretmeni sabrıyla hiçbir duyguya açılmayan ablak
suratlı pis heriflere bitkin yaralarını gösteriyordu sonra.
Yetmiyor, dehşet acılar yaşamış insanların acılarını fazla
vurgulamak suretiyle (Baudrillard fazla vurgulamaya “porno” der)
efendilerin sayın vicdanlarına takdim ediyordu. Sonra, gördün ya
sen de, “hatta ölü bir bıçak katilini övebilir” dizeme dönüştü!
Son derece lüks bir otelin lobisine haber almış da gelmiş bir
başkası. Ne benim ne de senin için. Bizi, demek ki oradaydın, konuk
eden bir dağın gölgesi için tonla para döktüğünü söylediği bir
erkek kuaföründen çıkıp gelmiş. Kafası gövdesine batmış ezik bir
tosbağaya benziyor. Çok sonra kazandığı anlaşılan parayı üst başına
o kadar saçmış ki her şey sırıtıyor. Yenlerini kıvırdığı mont
mesela, nasıl da iğreti. Ama John Berger diyor ki, ne diyor John
Berger, takım elbise giymiş altı köylüyü gördüğümüz bir fotoğraf
için: “Takım elbise köylünün ağır iş nedeniyle yamulmuş bedenini
değil, köylülüğü reddediyor. Çünkü köylünün değil, ama takım
elbisenin bir tarihi vardır!” Böyle tarihsiz bir adam, gözlerindeki
aşağılanmış hüznü efendinin gücüyle saklayarak bize sahiplerinden
daha çok höykürüyor!
Üçüncüyü ilk görüşümde bir ezginlikten oluştuğunu düşündüm. Bir
yere ulaşmış ama hep aynı yerde kalmış biri gibi. Sen yoktun, her
şey sarıydı. Bir yerden bir yere yürür sanıyordum. İçimdeki acı
yurt görgüsünü yankılıyordu sözleri. Hatta bir ara şunu kardeş
bileyim diye düşündüm. Bir gün bir pencere açıldı. Ahmakça bir
uyanıklık ortaya saçıldı. İktidar olmaya çalışırken her iktidara
yamanan bu adam efendinin gücüne yaslandı. İlk iki düşkün gibi
içindeki zavallı boşluğu efendinin ödünç ve geçici lütfuyla
doldurdu. Direnen kişi teslim olana alçak olduğunu her zaman
hatırlatır. İtirafçının eski yoldaşına nefretinin nedeni budur.
Kendini kurtarmak için herkese gebe kalır, bunun gibi. Ben
çocukların kirli tırnaklarını kalmayan sokaklardan toplarken bunu
canlar öğüten kapıları yalarken gördüm!
Diğer düşkünler efendiye intisap etmenin konforunu yaşarken
sonuncu alçak, doğuştan efendi olmanın hüznünü yaşıyordu bir
zamanlar. Hatta köle adına söz alıyordu. Bir ara benim adımı da
anarak “onun acıları anlayabiliyor muyuz?” diye sormuştu. Aklınca
benim acılarıma el koyacak! Oysa aslolan kölenin acılarını
anlatması değil, efendinin zulmünü itiraf etmesidir. Sisli bir kış
akşamında mürşide sokulan mürit gibi sabırla ağzımdan dökülecek
sözcükleri bekledi durdu bu. Elbette ikrârın inkâra tabi olduğunu
Adorno’nun “kederli bilgi”sinden öğrenmişiz. Ama yanaklarını dışarı
uğratan gözlerle ondan esirgendiğini düşündüğü efendilik sofrasına
kuruldu bu. Çölaşan’ın kadın versiyonu gibi cümleye oturmayan
sosyolojik terimlerle höykürüp duruyor şimdi.
Büyümek şöyle bir şeydir: Romanlarda, filmlerde anlatılan fena
insanların gerçekten de var olduğunu anlarsın. Bir acıdan türeyip
varlık sebebine karşı durma alçaklığı şaşırtıcı ama.
Daha pek çoğu var da dördünden söz ettim. Yalnız öyle günler ki
bu günler, alçaklar fazlasıyla gururlu ve alıngan! Erdemden imal
edilmiş gibi en ufak eleştiriye bile tahammül edemiyorlar. Hep
haklılar; insanların canı yanarken de, fesleğen dolu bir saksı
balkondan düşerken de. Yine de Fouché gibi “kaliteli” değiller!
BİR GÜN
Düşün ki Yozgat-Sorgun dolmuşundasın. Yirmi üç
yaşındasın. Anketçilik yapıyorsun. Otel paran yok, dönüşte araç
bulamazsan ne yapacaksın? İç cebinde Södergran'ın şiir kitabı:
“Yürüyerek Geçtim Güneş Sistemlerinin Arasından.” Her şehirde bir
sözcük kaybetmiş gibisin. Dolmuş bir yokuşu tembel bir deve gibi
tırmanıyor. Şoför teybe bir kaset takıyor, sabırlı bir hışırtıdan
sonra Neşet Ertaş, “Hata beenim güüünaaah benim suç beenim” diye
inliyor. Yağmurlu bir ikindi olsan neye yararsın?