Meşhur “dört yanım puşt zulası” dizesinin yeraldığı “Ay Karanlık” şiirinde Ahmed Arif hiç de dağdan bayırdan sözetmediği halde, yıllar yılı, bu dizeyi her duyduğumda veya hatırladığımda zihnimde canlanan sahneler şehrin epey dışında cereyan ediyordu. Şiirde kırı, ormanı, yamacı, vadiyi çağrıştırabilecek yegâne unsurların çıplaklığıyla yılan, metaforik varlığıyla çıyan oluşu da beni doğru yola getirmeye yetmemiş belli ki. Çünkü dağlık yoldan at üstünde kasabadan köye yol almaktayken pusuya düşürülmüş bir atlı, dizenin gözümün önüne getirdiği. Doğup büyümüşlüğüyle tam bir şehir çocuğu olan bendenizin, bu kısıtlayıcı kökeni hatırlayıp bari burada duracağına, aksine, kırsala doğru yeni adımlar atıp, bir tür yoksul koruyucusu eşkiya rolü de biçtiği yiğit atlı, öyle bir puşt zulasının ortayerindedir ki, ilk pusuyu atlatıp yamaç boyu kıvrılan yolu izleyerek dağın gölge tarafına kapağı atsa orada da başka pusuyla karşılaşacaktır. Ahmed Arif’in, okurun zıvanadan çıkmış hayalgücü tarafından kime yarayacağı belirsiz amaçlarla kötüye kullanılan dizesi öyle bir muhayyel hayat taklidi yaratmaktadır ki, yoksullar için kendini tehlikeye atmış yiğit atlı ne pusulardan kurtulup yoluna gidebilmekte ne de puştların kurşunlarıyla can vermektedir; hayalgücüm kendi yarattığı girdaptan usanıp başka yere yönelene kadar hep beraber dönüp durmaktayızdır.
Vallahi bilmiyorum, niye.
Oysa kendime kaç defa çekidüzen vermeye çalıştım. Evladım, kafayı mı yedin, dedim, olmadı, birader, sıkıntın ne?, diye giriştim, yahu sen manyak mısın, diye daldım… Sadede bir türlü gelemedim. Kusura bakmayın ama, değerli okurlar, kendime hiza verirken nasıl hitap etmem gerektiğine dair resmî olmayan kesin sonuca varamayışım hakkında laf söyleyecekseniz, sizin vardığınız sonuç varsa bilmek isterdim. Eminim yoktur. Hepimiz, “ulan salak!”lardan bile çok geçmişizdir, kendimizle uğraşırken. (Ha, Sayın Kıvanç’ı denemedim bakın, onu itiraf edeyim.)
Ahmed Arif’in şehir sokaklarında giriş katlarından teraslara bütün camları titretecek, sokak lambalarını üflenmiş mum gibi söndürüverecek, şehri kendinin saymayan ezcümle sorumsuzun sağa sola saçtığı izmaritleri, naylon poşetleri, pet şişeleri ve kutuyken, paketken, torbayken buruşturulup birörnek toplara dönüştürülmüş kağıt-karton makûlesini önüne katıp meydan meydan dolaştıracak çetin rüzgâr kıvamındaki şiirinden en çok hatırlanan, acaba puşt zulası mıdır yoksa alışılmışın uzağında, bambaşka telden (belki bam telinden?) çalınan ürpertici aşk havası mı?
İnsan kendi kendine kalabilse, muhteremler, galiba ikincisiyle şekilden şekile girecek, kuvvet kudret barındıran aşk şiiri olağan koşullarda insan denen canlıya ne kadar ne yapabilirse ona mâruz kalacak, hem keyiflenecek hem kederlenecek. Kültürel iktidarı iktidar için isteyenin asla yanına yanaşamayacağı duygusal iktidarın hazzından pay kapabilecek. Fakat ortam müsait değil ki.
Kıvrımlarının ardına pusuların yerleştiği dağ yollarında göğsünü yele vermiş kadere meydan okuyan cesur ve merhametli eşkiya değil, yağmurda hızla geçen arabanın yolda biriken çamurlu suyu üstüne boca ettiği, basıp gittiği şehir sakinleriyiz. Rüzgâr estiğinde sokaklarımızda kavak yaprakları hışırdamıyor da sürünen, uçuşan, duvarlara tırmanmaya çalışıp beceremeyen poşetler onları takliden ses veriyor. Bu yüzden, puşt zulasını da köylü-kasabalı hayatından kurtarmak gerekiyor. Ki, birisini nasıl olursa olsun “o hayattan” kurtarmak da safkan şehirli iştir. “O hayat”, biliyorsunuz, düşülen “o yol”dur. Düşülen yol, şehirde olur.
Köşeyazarınız işte yıllar içerisinde bütün bunları keşfetti, değerli okurlar. Kendini dağ yolunda pusudan pusuya koşan gözüpek atlı hikâyesinden kurtaramamış olabilir, eyvallah. Herkesin kusurları var. Fakat en azından artık puştu zuladan ayırmayı ve puşt dendiğinde gözünün önüne dağı bayırı getirmemeyi başarabiliyor.
Yine de insan kabiliyeti mahdut bir yaratık, her işi birden beceremiyor. Meselâ Somali Cumhurbaşkanının oğlunun düpedüz cinayet sayılması gereken eyleminin ardından yaşananlar hakkında konuşacakken araya Ahmed Arif katabiliyor. Hadise arayayla marayayla da sınırlı kalmıyor, bunca lafı buraya doldurabiliyor. Oysa mevzu, bir sürücünün nasıl olup arabasını o hızla sağa kaydırarak yolun en sağından ağır ağır gitmekte olan motosikletliye öldürücü darbe vurabildiği, katil sürücünün kimliği ortaya çıkar çıkmaz hangi mekanizmanın nasıl devreye girerek savcıya katili bıraktırdığı, polislere yalan söylettiği, yersen “kanun adamı” kimliği taşıyan birilerinin nasıl gidip iki çocuklu kadına kocasının intihar ettiği gibi alçakça bir yalanı, düşüncesizce, merhametsizce, saygısızca, utanmazca söyleyebildiğiydi. Yaşanan berbat olay karşısında gıkını çıkarmayan aşağılık muktedir yalakalarının takım elbiseleriyle ayakkabılarının markalarını da bu bahse ekleyebiliriz.
Ardından, İsrail’e yakıttı şuydu buydu taşıyan gemiler konusundaki akraba suskunluğa geçebilirdik. Bu suskunluklar ana-baba bir kardeştir gerçekten. Kankalık falan değil bu. Kan bağı. Kan değilse, ona benzer, damarlarda dolaşan, kalbi, vicdanı boyamış, mundar etmiş, kalplikten, vicdanlıktan çıkarmış bir meret. Bir nevi töz müdür nedir yoksa?.. Cemiyet terbiyesi vasıtasıyla zerk edilen… Yalnız gemiler de değil, Gazze’de soykırıma girişmiş İsrailli faşistlerin işini bozacak tek bir somut adım atılmayışı karşısındaki derin suskunluk! Çünkü İsrail’in işini bozmak istemeyen, burada birilerinin işini yürütmesinin anahtarı. Yahut kilidi. Hangisini tercih ederseniz. O anahtar o kilidin içinde kırılıp parça parça olur, parçaları bütün çıkarcı, faydacı susmacıların, arka dönmecilerin, görmedim duymadım yapmacıların eline ayağına batar inşallah. Yükleme yapılan limanda da o şeyin zulası olabiliyor demek.
Zula faslından bir de Ankaragücü başkanının nazik durumu var, “en leylim gecede”… Aslında, itiraf edeyim, bu mevzuda aydınlatamadığım bir husus zihnimi meşgûl ediyor ve kapkaranlık bir ayın gölgesini benim şu yiğit atlının yoluna düşürüyor. Sadece oraya değil, şehir sokaklarına da. Kendime izah edemediğim, dolayısıyla, hayatta ihtiyaç duyulan her tür izahat için köşeyazarlarına muhtaç olduğuna hükmetmiş cemiyetimizi de aydınlıktan mahrum bırakmak zorunda kaldığım hususu şöyle tarif edebilirim: Ne olunca ne oluyor da ne olunca o olmuyor? Bazılarınıza kapalı görünmüş olabilir soru. Açayım: Ne olunca ne olmuş sayılıyor da o değil o olunca öyle sayılmıyor? Sanırım daha açık oldu. İnanır mısınız, gerçekte memleketimizin pek çok mühim meselesini de cevabıyla aydınlatabilecek olan soru bu.
Bir örnek üzerinden ele alalım. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en saygın, en muteber, en en siyasetçilerinden biri tarafından gelmişi geçmişi kurcalandıktan sonra muktedirler cemaatinin eline kalan Ankaragücü kulübünün -aynı zamanda siyasetçi- başkanı, memleketin gözde hakemlerinden birine herkesin gözü önünde yumruk attı. Bildiğiniz, saldırdı yani. Şahsen o hıncın öylesine aldırışsızca dışavurulmasında, imtiyazlı yumruk sahibinin “bize mi lan, bize mi!” dürtüsünün başrolde olduğunu düşünüyorum. Fakat atılan yumruk muktedir zorbanın zihninde durduğu gibi durmuyor. Ve memleketimizin şu koşullarında bile, ortalık yerde birisine yumruk atmak bazı hallerde suç sayılabiliyor. Milyarlarca liranın dönüp durduğu futbol çarkına çomak sokma anlamına gelebilecek hareket mâzur görülemiyor. Kulüp başkanının başka şartlarda pekâlâ kollanacak, hattâ sahip çıkılıp övülecek infiali, bu sebeplerden, örtülemez kabahat kimliğine bürünüverdi. Yumruk ve müteakiben hakemin düştüğü yerde tekmelendiği görüntüler bir anda yurt sathına yayılıvermiş, örtüyü sıyırmıştı zaten.
Kulüp başkanı kimliğiyle hakeme de vursan mahkemeye çıkabileceğinin kendisine nazikçe gözaltı girişimiyle izah edilmesi neticesinde, sanırım, başkan, derhal kalp krizi ya da artık her neyse onu geçirdiği iddiasıyla, kendisini hastaneye götürtüp gerekli yerleri aratabileceği, vakit kazanabileceği bir dağ yoluna sapmış… -dağ yolu nereden çıktı!
Dağdan geldim şehire, devam ediyorum. Edemiyorum. Dört yanım sarılı.
Bizim -iktidarlı veya iktidarsız- kültürel ortamımızda, Ankaragücü başkanının alt tarafı bi yumruk attığı, canım zaten bu devirde kimin kime yumruk atmadığı ki, hakemin canına kast etmediği ya, falan söylenebilirdi ki, hiç beklenmedik şekilde, federasyon ligleri durdurdu. Maçlar durdu! Ne olmaktaydı! Alt tarafı üst taraf muamelesi mi görüyordu? Fizikî saldırı, yumruk, haysiyetle oynama falan, hepsi birleşmiş ve birden altın gibi, dolar gibi geçerli birimlerden mi olmuşlardı?
Yoksa, yoksa… söylemeye dilim varmıyor, ama insan hayatının değerli bir şey olduğu ve kolay kolay gözden çıkarılamayacağı mı nihayet Meclis’te AKP ve MHP oylarıyla kabul edilmişti?
E, bu kadarı haliyle fazlaydı, bol gelirdi bize.
İşte, muhteremler, köşeyazarınızın kafasını asıl karıştıran kısa devre bu noktada meydana geldi. Bahis konusu kulübün bazı yöneticileri, 2016 Nisan’ında, konuk ettikleri Amedspor’un bazı yöneticilerini linçvârî saldırıyla perişan etmişler, hattâ birini tribünden fırlatıp düpedüz hayatını tehlikeye sokmuşlardı. İki-iki buçuk metreden atılan Amedspor yöneticisi önce bayıltılana kadar dövülmüş, bunlar olurken kendisine saldıranlardan birinin elini incittiği gerekçesiyle 3,5 ay “basit yaralama” cezası almıştı. Saldırganların da bir kısmı 120 gün hak mahrumiyetiyle, bazıları “basit yaralama”dan ufak cezalarla resmen taltif edilmişlerdi. Birisini bayıltana kadar dövüp iki buçuk metreden aşağı atmak düpedüz cinayete teşebbüs sayılabilirdi, bu saldırıya mâruz kalan Amedspor yöneticisi sakat kalabilir, felç olabilirdi. Dağ yoluna pusu kuranlar dahil hepimiz biliyoruz ki, “makbûl” kulüp mensubu olmasalar, devlet şunun gramını yapacak saldırganın tepesine biniverirdi. Heyhat! Burada saldırgan cici, mağdur kakaydı.
Görebildiğim kadarıyla, ne olunca ne oluyor-olmuyor konusunda kafası karışan sadece ben değilim. Bizim gibi idraksızlar, birkaç kişiyi topluca dövme (birini tribünden aşağı atma) hadisesinde kimsenin herhangi bir maçı durdurmamış, bugün infiale kapılanların, bırakın ağzını açmayı, dönüp de bakmamış olduğunu ister istemez hatırlıyor ve, “Ne olunca ne oluyor, ne olunca o olmuyor?” sorusunu sormadan edemiyoruz. Bize dediler ki: Önce şu soruyu cevaplayabilirseniz öbürüne de cevap verilecek: Kaç Amedspor yöneticisi bir hakem eder? Biz de dedik ki: Dört. Haliyle sordu adamlar: Niye dört?
Çünkü dört yanımız…