Hayatının bir döneminde ciddî spor yapmış hemen herkes, Türkiye kadın millî voleybol takımının bu sefer yenileceğini içten içe hissetmiş, mağlubiyeti beklemiştir. İlk maçlarında bu sporun köklü ekollerinden Çin’in takımını, üstelik 3-0 yenerek büyük başarı kazanan voleybolcular belki İtalya yenilgisinden sonra toparlanıp başarılarını sürdüreceklerdir. Ama ilk maçın üstüne olanlardan sonra ikinci maçı kazanmaları, nâçizâne, köşe yazarınıza göre, mucize olurdu.
Hayır, Çin’i yenmeleri mucize değildi. Türkiye kadın voleybol takımı, iyi ve etkili oynayan, güçlü ve tecrübeli takım. Kendilerinden güçlü her takımı yenebilecek potansiyelleri var. Ama ikinci maçı kazansalardı, bunu sportif değilse de psikolojik mucize saymak gerekirdi.
Bir zaman ciddî spor yapmış hemen herkesin bu yenilgiyi beklediğini düşündüğümü söyledim. Hem kendi tecrübem hem de konumuz o alandan olduğundan daha çok takım sporlarından söz ediyorum. “Ciddî spor”dan muradım da, illâ profesyonel liglerin en üst düzeylerinde, hayatını bu işten kazanarak ter dökmüş olmak değil. Düzenli antrenmanlar yapmış, forma giyip maçlara çıkmış, turnuvalara katılmış, özel hayatını bir dönem buna tâbi kılmış olmayı kastediyorum, ciddî spor yapmış derken.
Bugün hemen bütün dallardaki “profesyonellik” kurumu, istisnalar dışında insan ömrünün gençlikle orta yaş arasındaki dönemine özgü faaliyet olan sporu, bizzat sporcunun gözünde, ayrıcalıklı, zengin bir yaşantıya kavuşma veya ilerisi için yatırım aracı haline getirdi. Yine de, ne yapılsa bu faaliyetten koparılamayacak olan bir insanî hal devre dışına itilemiyor. Tek bir güdü, başarı hırsı tarafından yutulma tehlikesiyle gitgide daha çok karşı karşıya kalan değişik duygular, oysa, sporcunun âlemini zevkli bir gerilimle doldurur. Heyecan, tatmin, hatayı derhal unutma gereği, fakat unutamamanın elini kolunu bacağını bağlayışıyla baş etme mücadelesi, rakiple mücadeleyi zorlaştıran ya da teşvik eden iç mücadeleler, heyecanın kâh tatlanması kâh acılaşması, karşılaşmalardan önceki günler, geceler, olacakları başarılı, güzel hareketlerinle birlikte, uyanıkken görülen rüyalar olarak defalarca yaşamalar, başarısızlıklardan sonra, yapamadığın tek hamleyi, yanlış yöne attığın tek adımı günlerce zihninde senin iradene rağmen kurulan perdede izlemen, üstüne çöken ağırlığı anca yeniden antrenmana çıktığında döktüğün terle birlikte atabilmen, o ter bedeninden süzülürken yenilendiğini hissetmen... Başarılı bir performanstan sonra duştan çıktığında sporcunun hissettiği şey, belki de bütün insanlar için istendiğinde en muazzam insanlık hayali olabilirdi. Çünkü o tatmin duygusu ilkin, çalışıp başarmış olmanın ürünüdür. İkinci olarak, bir tür yenme-ezme gaddarlığından, tahakküm şehvetinden uzaktır, çünkü daha önce defalarca yenilmişsindir ve yine yenilebilirsin. Zaten yenilebileceğini bilerek çıktığın yerde yendiğin için, bir dahaki sefere yenilebileceğin birilerini yendiğin için galibiyetin tadı başkadır.
Velhâsıl her ne kadar bugün paraydı, yatırımdı, reklamdı, kapitalizmin bin türlü leke bırakan malzemesiyle kirletilmiş olsa da, sporun, sporcunun kendine has âlemi var. Ve bu âlemde sporuyla baş başa kalamayan sporcunun başarı şansı yok.
Kadın voleybolcuların ilk maçından sonra kopan yaygaraya dair fazla söz söylemem gerekmiyor. Herkes neyin ne olduğunu biliyor, yaşadı, çoğumuz, hattâ, katıldık. Belki kaçınılmazdı. Hele münasebetsiz birtakım heriflerin burada da, sadece dünya görüşü, inanç meselesi falan değil, kendi -erkek- tahakkümlerine yönelik tehdit sezmeleri ve bunu başkalarını tehdit ederek dile getirmeleri üzerine, kapışmanın doğması, büyümesi, çığırından çıkmasından başka ne beklenebilirdi? Olayın kahramanları bizlersek, çığırından çıkmadan, çıkarmadan huzur bulmamız zaten imkânsızdı. Aslına bakarsanız, bütün bunlardan sonra da huzur bulmamız imkânsızdı. Hâlâ imkânsız. Bizim huzur bulmamız imkânsız.
Fakat hiç değilse kadın voleybolcuları bu kadar huzursuz etmeyebilir miydik? Onları zorlu bir maça çıkacak olma ruh halinden uzaklaştırmak için elimizden geleni ardımıza koymadan durabilir miydik? Çin galibiyeti üzerine kopan fırtınadan voleybolcuları korumanın tek yolu vardı: Onları haberdar etmemek. O da internet ve sosyal medya çağında mümkün değil.
Yaptığımızı kabaca özetlemeye çabalayayım. Onlara dedik ki: Sizin bu şahane zaferiniz bile kendi başına mevzu olamaz. Biz esas olarak sizin sportif başarınızla değil, kollarınızı bacaklarınızı birbirimize karşı kullanmakla meşgûlüz. Burada sizi topluca bağrına basacak bir toplum yaşamıyor. Birilerimiz, yolunuzdan gitmeye kalkacak kız çocuklarını cehennemle tehdit ediyor: Böyle çıplak dolaşamazsınız, diyor. Olmuyorsa voleybol oynamayın, diyor. Şimdilik yarım yamalak ele geçirdiği iktidar gücüne tamamen sahip olursa hiçbirinize göz açtırmayacağını ilan ediyor. Kendi gözüne hakim olamayışının acısını sizden çıkarma peşinde. Bunları söyleyen tahakküm düşkünü hayasızlara gıcık olan öbürlerimiz de, aynı başarıyı taytlar ve uzun kollu formalarla elde etseydiniz o kadar önemsemeyeceğimizi, başarınızı esas olarak, üzerimizde tahakküm kurmaya çalışanlara “nasıl geçirdik!” dememizi sağladığı için sahiplendiğimizi belli ediyoruz.
Elbette bu toplumun yarısını giderek soluk alamaz, yaşamaktan bunalır hale getiren ve türlü hile, dümen, istismar, riyakârlık ve keyfî zulüm eşliğinde icra edilen hayat tarzı dayatmaları karşısında insanların isyana hakkı var. Bendeniz de buna katıldım ve takım kaptanının destansılaşan (parmağını uzattığı) pozunu, din polisliğine soyunan haddini bilmeze “onu öbür parmak sayın” notuyla gönderdim. (Bunun üzerine birisi “parmaklarım kırılmış bulunursam kendi kabahatim sayılacağını” bildirdi, bu tehdit yüzünden kendisine zarar gelmeyeceğinden emin olanların artık tanıdık-bildik haliyle.)
Ancak duygusal tepki tavrı anlaşılır kılsa da doğru kılmıyor. Çünkü şundan eminim: Çözemediği uçkur meselesi yüzünden başkalarına (kadınlara) ezâ cefâ etmeye kendinde hak gören erkekler ne derse desin, kadın voleybolcuların zaferine, “Bizim kızlar kazanmış!” diyerek sevinen birçok tesettürlü kadın ve inançlı adam vardır ve şortlara falan takılmak bazılarının aklına bile gelmemiştir o sırada.
Toplumsal hayatımızın kalitesi bakımından çok ama çok geri gittik. Toplum olma niteliğimiz zaten şaibeliydi, şimdi bunu toptan yok etmeye yaklaştık. Çünkü bunca çeşitli insanın bir arada var olabilmesinin “herkesin rızasıyla kabul edilmiş, herkes için geçerli kurallar” şartına bağlı olduğunu bir türlü kabul etmek istemiyoruz. Hepimiz başkası üzerinde tahakkümü “hayatın anlamı” saymanın eşiğinde yaşıyoruz. Ve bu tahripkâr gerilimi sürdürmek memlekete hükmeden, düşman kardeş iki ideolojik kampın işine geliyor.
Bu şartlarda, kadın voleybol takımımızı kollarından bacaklarından çekiştire çekiştire dağıttık. Memleketin havası öyle zehirli ki, hep beraber soluk verdiğimizde zehir Japonya’ya kadar çabucak ulaşıveriyor. Her şey herkesin neyi nereye oturtacağını düşünüp kararlar vermesiyle cereyan etmiyor. Bir esinti yüzünüzü yalar, anlık bir koku gelir, uzaktan usul bir ses duyulur ve bu içinizi birden sevinçle ya da umutsuzlukla, özlemle ya da beyhûdelik hissiyle doldurabilir.
Çin maçının ertesi gününden beri, voleybolcuların ikinci maçı muhtemelen kaybedeceklerini düşünüyordum. Başta söylediğim gibi, eminim, hayatının bir döneminde spor yapmış çok kimse de böyle düşünmüştür. Takımın konsantrasyonunu dağıttık. Maçı maç olmaktan çıkardık. Alışmadıkları ve taşımak için antrenman yaptıkları işlevleri yükledik omuzlarına. Heyecan ve gerilim içinde uzun süre hazırlanılmış zorlu karşılaşmayı kazandıktan hemen sonrası, zaten riskli bir zaman dilimidir. İradenin, işini tamamlamış olma duygusuna kapılarak rehavete sürüklenmemesi, bedenin bu büyük işi başarmak için harcadığı yoğunlaştırılmış enerjiyi sarf etmekle gücünü tüketmediğine “ikna edilmesi”, sporcular için çözülmesi gereken problemdir. Biz bunun üzerine, çözmekle yükümlü olmadıkları problemleri koyduk voleybolcuların önüne. Kendilerini “şarj edebilecekleri” tecritli dünyalarını bozduk.
Biz böyleyiz. Döverek öldürmezsek severek öldürüyoruz.