Son yirmi senedir Uzakdoğu ve özellikle Güney Kore sinemasının sektörde kapladığı yer ve taşıdığı önem tartışılmaz bir gerçek… Aslında bu, çok yeni bir şey değil. Ozu veya Kurosawa gibi büyük yönetmenleri ve onların sinema tarihine armağan etmiş oldukları başyapıtları düşünecek olursak, Uzakdoğu sinemasının yeni yeni dünyaya açıldığını veya giderek daha da önem kazandığını söylememiz hakkaniyetli olmaz…
Ancak özellikle Wong-kar-Wai’in başını çektiği, göreceli olarak genç (gerçi kendisi artık 62 yaşında ama) bir Uzakdoğulu yönetmen jenerasyonu, artık sadece sinema festivallerinde ilgi gören, sınırlı sayıda sinemasevere ulaşan değil, aynı zamanda dünya çapında ses getiren ve çok daha geniş bir kitleye hitap eden filmler çekiyorlar. Bu açılan ve gelişen yeni ‘damarda’ kuşkusuz Güney Kore sineması da önemli bir yer tutuyor.
Bu akımın ilk akla gelen örneklerinden olarak Chan-wook Park imzalı ‘Old Boy’ (2003) filmini, Lee Chang-dong’un yönettiği ‘Burning’i (2018) veya özellikle son filmi ‘Parasite’le (2019) dünyayı ‘sallayan’ Bong Joon Ho’nun yapımlarını sayabiliriz.
Güney Koreli yönetmen Park Hoon Jung’un son filmi ‘Night in Paradise’ ise Netflix kanalında seyircilerle buluşuyor ve bizce beklentilerimizi karşılıyor. Yönetmen Jung, deneyimsiz olmayan ve daha önce ‘V.I.P’, ‘The Tiger’ veya ‘The Witch Part 1’ gibi iddialı ve büyük bütçeli filmlerde yönetmenlik koltuğuna oturmuş bir isim, ancak bu son filmi sanki ilk defa orijinallik gösteren ve yönetmenin bilindik kalıpların dışına çıkmasını sağlayan bir yapım… ‘Night in Paradise’ birçok açıdan ‘gangster/suç’ filmi türüne uysa da yine de karşımızda olan aslında karamsar, karanlık, acı verici, hüzünlü, kanlı canlı bir dram… Adeta ‘suç’ dünyasında doğan bir ‘Ölüm ağıtı’!
Tae-Gu, Seul kentinde, yalnız yaşayan ve yerel bir Mafya babası Yang’ın adına çalışan, orta yaşlı bir adamdır. Kentteki başka bir mafya babasının kendi adamı olma teklifini reddeden Tae-Gu’nun kız kardeşi ve yeğeni, onu cezalandırmak amacıyla öldürülür. Hayatındaki değerli ve masum kişileri kaybeden Tae-Gu intikam almak için ortalığı adeta kana bular. Rakip mafya çeteleri arasında savaş başlatan bu olay sonrasında Tae-Gu, patronu Yang tarafından ortalık yatışana kadar Jeju adasına gönderilir. Buradaki ‘sürgün’ hayatında Gu, kendisi gibi (bir hastalıktan dolayı!) hayatı kararmış olan Jae-yeon’la tanışır. Bu arada düşman mafya çetesi, Gu’nun peşini bırakmamakta kararlıdır.
ŞİDDETİN YORGUNLUĞU!
Yönetmen Park Hoon-Jung, filminin başından itibaren aşırı derecede kan ve şiddet içeren ama oldukça kısa süren sekanslar sunuyor. Bıçak ve delici aletlerle başlayan, sert bir araba takibi sahnesiyle devam eden, ateşli silahlarla sonlanan bu sekanslar biraz ‘gerekliliği tartışılır’ bir şiddet dozuyla fazla hızlı ‘gönderilmiş’ veya altı çizilmiş gibi duruyor. Ancak bu ‘aşırılık’ filmin bütününde tamamen 'üstlenilmiş’ bir durumda ve yine filmde gerekli olan pesimist havayı estiriyor. Kendi içinde tutarlı gözüken bu anlatım birçok sekansta bir heyecan veya adrenalin duygusuyla uyum içerisinde olmayıp daha çok bir yorgunluk ve bıkkınlık hissiyatı yaratıyor. İnsanlar birbirlerini aynı anda vuruyorlar, ağır yaralananlar ölmemek için direniyor ve çoğu zaman acılarını bastırmak için karşısındakine daha da acı vermeye çalışıyorlar. Ama bütün bu eylemler her zaman belli bir profesyonellik içerisinde, duygusuz ve umursamaz tavırlarla adeta ‘mekanik’ bir şekilde gerçekleşiyor. Başka bir deyişle herkes ‘işini’ sadistçe bir zevk için değil ‘sorumluluğunu yerine getirmek’ için yapıyor.
Bu ‘işini yapma’ tutumu filmdeki ‘yorgunluk’ duygusunu yıpratmıyor, hatta yönetmen sanki bu şiddet ‘senfonilerinin’ kendi içinde gerekli olduğunun ama genel hayatın akışı içinde önemli bir yer tutmadığının altını çizen, bir anlamda ‘nihilist’ bir duruş gösteriyor. Örneğin filmin en şiddetli sekanslarından biri olan saunadaki cinayetlerde Tae-Gu en ufuk bir duygu göstermeden düşmanlarını öldürüyor, hatta bazı eylemler kadraj dışı bırakılıyor.
JEJU ADASI VE GEÇMİŞİ…
Bütün bu tutumun ışığında belki de yönetmenin asıl odak noktasının bu çarpışan mafya çeteleri olmadığını düşünüyoruz. Belki film, çıkış noktasını ve hikayesinin bağlantı noktalarını sağlam tutmak için biraz beklendik bir ‘suç’ film kalıplarında başlıyor ama aslında filmin en kritik noktalarından birini Tae-gu/Jae-yeon karşılaşması oluşturuyor. Geçmişte yaşadıkları acılarla, ölümün kıyısında ‘dans eden’ bu iki karakter, bulaşmış oldukları ölçüsüz derecede sert bir dünyada birbirlerine asla dile getirmedikleri, ‘mahcup’ duygularla yaklaşıyorlar. Sanki her biri karşındakine bir ‘kaçış yolu’ sunuyor ama kısa süreliğine… Umut, ‘Night in Paradise’da kabul görmüyor.
Bunun yanında yönetmenin olayın merkezini Jeju adasına taşımasının da tesadüfî bir seçim olmadığını ekleyelim. Kore’nin güneyinde yer alan bu ada, 1940’lı yılların sonlarında ciddi bir baskı yaşamış, kendi özel özerkliğini taşıyan bir ‘taşra’ bölgesi. Adanın özerkliği elde etme sürecinde yaşanan kıyımlar 1987 yılında askerî diktatörlüğün bitişine kadar saklanmış bir şekilde tutulmuştu. Dolayısıyla karakterleriyle örtüşen bu ‘geçmişin’ şiddet duygusu, hiçbir kaçış noktası bırakmayan yönetmenin filmini bütünüyle kaplıyor. Bu, Kore sinemasına ait, geleceğe dair, derin ve pesimist bir bakış, kendini her fırsatta hissettiriyor.
YANG’IN ACİZLİĞİ…
Hikayenin belki ‘arka planını’ oluşturan ama yine de önemli olan mafya dünyasında ise canımızı sıkan bir nokta var: Senaryodaki mafya babalarının ve onların tetikçilerinin çoğu zaman (bilinçli bir şekilde) ‘karikatürel’ bir düzeye indirgenmelerinin kendi içinde belli bir tutarlılık taşıdığı düşünülebilir ama; önce Tae-gu’yu kollayan, sonra onu adeta ‘satan’ patronu Yang, bu tutumun adeta ‘dip noktasını’ oluşturuyor. Kuşkusuz mafya içinde de belli bir hiyerarşi vardır ve bazı patronlar diğerlerinden daha güçlü, başka bir deyişle ‘Made guy’ mertebesine ulaşmış kişilerdir ama yine de bir çetesi olan, birçok kişinin ‘Patron’ dediği, mafya şefi Yang’ın durmadan itilip kakılması, dayak yemesi ve adeta bir ‘şamar oğlanına’ dönüşmesi, bu filmde bile inandırıcı durmuyor…
Filmin görüntü yönetmeni Kim Youngho ise Jeju adasının dış güzelliklerini hüzünlü bir şekilde, muhteşem kadrajlar eşliğinde karşımıza getiriyor. Burada yine büyük ölçekli Kore yapımlarının sunduğu, dramatik anları ayağa kaldıran, duygu tellerimizi titreten özenli bir çalışma görüyoruz. Sadece bu sekanslarda kullanılan müzik belki kendini bu kadar hissettirmeseydi sonuç daha etkili olurdu.
Sonuç olarak karşımızda olan, Güney Kore’de beğenilen ‘uslu’ polisiye filmlerin oldukça uzağında keskin çizgilere sahip, derin bir karanlığın hakimiyetinde, bizi içine çeken güçlü bir dram… Tıpkı trajik sonlarıyla mücadele etmeye çalışan başkarakterlerin gerek duyduğu bir ortam gibi…