Bu yazının başı, sonu, ortası olmayacak. Ne başı ne sonu olan, ortasında mı olduğumu da kestiremediğim bir saçmalığı hayat diye yaşadığım için ve yazı öyle yalan dolan kaldırmayacağı için mantık çerçevesinde ilerleyen bir yazının hükmü yok.
Hükmü olmayan hükümlerle kastedilen hayatlar var. Bu da günlük hayat. Sağlık sorunları var, en somutundan. Maddi manevi mücadele yolu arıyorsun. Çünkü kaçınılmaz ve somut. Sorumluluk var, keyfi ihraçlarla işleri ellerinden alınanların hayatları pahasına giriştiği hak mücadelesinin yanında onları yerine getirmekten şikâyet etmeye utanırsın. Ama işin yazıysa, çok çaresiz, çok aciz, çok anlamsız hissettiğin olur. Ne için yazdığını bilemediğin. Yayınevleri kitap bekler. Sürekli felaket haberleriyle parçalara ayrıldığın bir dünyada, yaratılmaya değer, bütüncül bir kurgunun peşinden koşmak irade sınavıdır. Sil baştan onu yaparsın.
Sonra günlük yazılar gelir. Bunun gibi. Kayır tutmayı, ses vermeyi, yaşadığın, öğrendiğin bir şeyleri paylaşmayı önemsediğin yazılar. Sonra o mahkeme haberleri gelir. İçinde arkadaşlarının olduğu insan hakları savunucularından ajan, terörist yaratan bir düzende ne diyeceğini düşünürsün. Şöyle söyleyeyim: Ne zamandır kendi kendime mırıldanırken ağzımdan dökülenler beddua oluyor. Oysa sözün gücünün bilen, inancı olan biri olarak sadece dua ederdim ben. Allah'a havale, ilahi adalete teslim gibi bir mekanizmam vardı. Sanki şimdi tarif etmem gerekiyor gibi hissediyorum. Ve ciddi ciddi düşünmeye başlıyorum. Çünkü beddua üzerinde düşünülmesi gereken bir şey. Bunca kötülüğü reva görebilenlerin o zifir karanlık kalplerine acıyı düşürebilecek olan nedir? Besbelli benim değer verdiğim şeylerin onların nezdinden hükmü yok. Bak işte bir hükmü yok kalıbı daha. Yani oturup onların yokluğundan kahrolacakları şeyleri saymam gerekir tek tek.
Bunu yapmaya koyulmuşken mırıltımın bir yerlerinde duaya dönmüş buluyorum kendimi. Ölmüşlerim, öldürülmüşlerim, sürgündekilerim, tutuklularım, sevdiklerim, başına bir şey gelmesinden korktuklarım için.
ORTASINDAN YARILMA
Evet bu da oldu. Yaz sıcağında yapılacak muhtemelen de epey sıkıcı olacağı için bari katılımcılar biraz rahat etsin diye Büyükada’da bir otelde toplanılan insan hakları savunucularının eğitim atölyesinden adı zikredilmeye gerek duyulmayan bir terör örgütüne yardım buluşması yaratıldı. Ne yapayım yani? Çıkıp şimdi iki haftalık gözaltı boyunca sosyal medyada, her ortamda bıkıp usanmadan yaptığımız üzere bu insanların kim olduklarını, görüşlerinden, siyasi duruşlarından bağımsız kimin başına ne haksızlık gelse koşup sundukları emeği mi anlatayım bir kez daha. Her koldan denedik. Bilgiyle ikna edilecek birileri var mı karşımızda sahi?
Bir gün bir gece ve ertesi sabaha kadar çekilen o mahkeme çilesinin sonunda, avukatların müvekkillerini tam olarak neye karşı savunduklarını bile idrak edemedikleri bir hukuk garabeti sonunda altı kişiye tutukluluk, dört arkadaşa adli kontrol ve haftada üç gün emniyette imza vermeye şartıyla bahşedilen serbestliğin hepimizi ortamızdan nasıl yardığını mı anlatayım?
Sonra hiçbir şey olmamışcasına yine işler, yükümlülükler üzerine kurulu bir günlük hayata başlamanın tuhaflığını mı… Ya da tufan nedir nasıl yaşanır, canına okunmuş bir şehir, sakinlerinden nasıl intikam alır başlıklı bir çalışmanın orta yerine düşünce iyice aptallaşmış bir halde kalakalışımı mı yazayım? Hem sonra bir meteoroloji umanı boyu bir altmıştan kısa olanların yani benim gibi bir elli küsurluk Hobbitlerin sokağa çıkmaması konusunda uyarıda bulununca tıpkı duamın bedduaya bedduamın duama karışması gibi aynı anda katıla katıla gülüp ağlayışımı mı?
Hani yazmıştım, hatırlarsınız. Elbette kimse arkadaşımız olduğu için gözaltına alınmıyor ya da tutuklanmıyor. Ama hak mücadelesinden birbiriyle yolu kesilmişlerin birbirinde hakkı başka olur. Bu noktada “arkadaşım” demek tercih ettiğin hayatın, benimsediğin değerlerin, verdiğin mücadelelerin adıdır.
Bilgi dünyasından bakıldığında manzara şu: Büyükada’da gözaltına alınan hak savunucularından Helsinki Yurttaşlar Derneği’nden Özlem Dalkıran, Uluslararası Af Örgütü Türkiye Direktörü İdil Eser, İnsan Hakları Gündemi Derneği’nden Günal Kurşun ve Veli Acu, İsveç vatandaşı insan hakları eğitimcisi Ali Garawi ve Almanya vatandaşı insan hakları eğitimcisi Peter Steudtner tutuklandı. Helsinki Yurttaşlar Derneği’nden Nalan Erkem, Kadın Koalisyonu’ndan İlknur Üstün, Eşit Haklar İzleme Derneği’nden Nejat Taştan ve Hak İnisiyatifi’nden Şeyhmus Özbekli adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.
Büyükada’da 5 Temmuz’da insan hakları savunucularının dijital güvenliği konulu bir çalışmadayken gözaltına alınan hak savunucularının tutuklama talebinde, “önceden herhangi bir duyuru yapılmaksızın ‘çalışma atölyesi’ adı altında bir toplantı organizasyonu gerçekleştirildiği, bu toplantıda bilgilerin polis veya başka şahıslar tarafından ele geçirilmesinin nasıl engelleneceğinden" bahsedildiği gibi ifadelere yer verilmişti. Ayrıca gözaltına alınanların evinde Nuriye Gülmen ve Semih Özakça ile ilgili belgeler bulunduğu ve şu anda tutuklu bulunan kişilerle, ByLock kullanan kişilerle geçmişte görüşmeler yaptıkları da tutuklama talebinde ifade edilmişti.
Dört ayı aşkındır işe iade talebiyle açlık grevinde olan iki eğitimciden de terörist yaratılabildiği ya da telefon görüşmelerinden, sıradan belge ve kitaplardan besbelli mühimmat çıkarılabildiği için olmayan suça yapılamayacak savunmanın isyanındayım. Bu saçmalıklara inanabilenleri muhatap alıp söyleyebilecek bir söz bulamam. Arkadaşlarımızın dijital güvenlik atölyesinden yaka paça götürülüşleri hiçbirimizin hiçbir alanda güvenli olmadığını gösterdi yine ve yeniden. Aslında bir gerçeği daha kendi varlıklarıyla belgelediler.
Arkadaşım Özlem Dalkıran’la en son kalabalık bir cadde trafiğinin ortasında karşıdan karşıya geçerken rastlaşınca film sahnesi gibi oldu diye gülmüştük epey. Biz birbirimizi böyle mahkeme salonlarında, cenazelerde, yürüyüşlerde, bitmeyen toplantılarda görür, önünde arkasında biraz kaçak zaman yaratabilirsek mutlu oluruz. İnanırız ya hani, yapılacaklar vardır. Ve biliriz ya hani, sevgimiz oradadır.
Arkadaşım İlknur Üstün’ü daha da kötülerinin geleceğini bildiğimiz zorlu zamanların bir yerinde birbirimize sarılmış dertleşirken hatırlıyorum. Bir ince gülüşü vardır İlknur’un, dünyayı iyileştirir. O gülüşüyle biliyorum onu. Şimdi biri tutuklu, biri serbest, hepimiz ortamızdan bölünmüş devam ediyoruz işte.
O beni çok güldüren uyarıya inat bu yazıdan sonra sokağa atacağım kendimi. İçinde boğulduğum sellerle birlikte. Yine bir beddua dua kokteyli eşliğinde.
Galiba bu seferlik bu kadar işte.