Cumhurbaşkanı Erdoğan bugün ABD Başkanı Trump ile görüşecek. ABD’ye giderken yaptığı açıklamalar, son birkaç haftanın “alanda da masada da hep kazanıyoruz” havasını yansıtan tondan epey uzaktı. Doğrulanmamış olsa da Trump’ın gönderdiği iddia edilen ikinci mektup ve ABD kaynaklı kulisler, müzakere zemininde durumun pek parlak olmadığını gösteriyor. Çünkü Suriye meselesi, ABD’de de bir iç politika başlığı haline gelmiş ve gözetilmesi gereken dengeleri orada da hayli karıştırmış durumda. Erdoğan’ın “sancılı bir dönemde icra etiğini” söylediği gezide, “çevresi kötü” Trump’ın bir kere daha güçlü desteğini almak istediği açık. İktidar çevrelerinde anti Amerikan tezahüratın dozunun iyice azaltılmış olması da, bu ihtiyacı gösteriyor. Erdoğan, Trump’a posta koymuş, haddini bildirmiş olarak değil onu –kullanabileceği birkaç şeye- ikna (razı) etmiş olarak dönmek istiyor. Fakat bu sefer, bir şeyler verdiğini açıkça göstermeden kazanmış havası yaratması biraz daha zor olacak. Çünkü Trump’ın da Erdoğan’ı bir şeylere ikna etmiş olmaya ihtiyacı var.
Erdoğan’ın ABD’den istediğini veya en azından gösterebileceği sonucu alarak dönmesi –verdiklerine bağlı olarak- yeni sıkıntıları da gündeme getirebilir. Örneğin artık alandaki masada mutabakatla bağlı olduğu Putin’in her durum için ikna ve idare edilmesi gerekecek. Çünkü ısınmaya başlayan İdlib, ortak devriyeler, Esad ve S-400 hâlâ açık dosyalar halinde duruyor. Türkiye’nin “ABD ve Rusya mutabakatları tam yerine getirmedi” iddiası, İdlib ve kontrolündeki muhaliflerin yaptıkları açısından kendi önüne de geliyor. Doğu Akdeniz’deki sondaj gerilimi ile tırmanışa geçen AB ile tansiyon hızlanarak devam ediyor. Sık sık müracaat edilen mülteci kartının yanına sınır dışı edilecek IŞİD militanları da eklendi. Erdoğan, ABD gezisi öncesindeki açıklamasında AB’ye dönük tehdit dozunu artırdı. Müzakerelerin birden bitebileceğini, yine kapıların açılıp göçmenlerin gönderilebileceğini söyledi. IŞİD mensuplarının sınır dışı edilmesinden dolayı Batı’nın “tutuştuğunu” iddia etti. AB’nin -yedekte tutmak için- aldığı Türkiye’ye yaptırım kararı eşliğinde gerilimin tırmanması bekleniyor.
Fransa’nın başını çektiği bir grup AB ülkesi ve genel olarak Avrupa kamuoyu için, Türkiye ve Erdoğan, mesafe konulması gereken ve ciddi yaptırımları hak eden bir pozisyona itiliyor. NATO içindeki tartışmalara da yansıyan bu tutum karşısında, Merkel’in –biraz da siyasi risk alarak- rasyonel gerekçeler ileri sürerek frenleyici olduğu ortada. Bu bağlamda, NATO tartışmaları, Doğu Akdeniz gerilimi ve Suriye’deki güvenli bölgenin geleceği gibi pek çok başlıktaki gelişmeler, Erdoğan’ın ABD’den nasıl döneceğiyle fazlasıyla ilişkili. Verdikleri ve aldıklarıyla ABD ile geriliminde mesafe alabilmiş Erdoğan, Avrupa ile zorlayıcı pazarlıklar konusunda elini güçlendirmek istiyor. ABD gezisinin hemen öncesinde yine Avrupa’yı mültecilerle tehdit etmesi de biraz bu yüzden. Daha önce bağımsız ve etkili ilişki kurabildiği Ortadoğu ülkeleri ve Arap coğrafyasında da durum hiç olumlu değil. Türkiye’nin bölgede Katar dışında güvenilir ortağı kalmamış durumda. Bölgede artık kilitli hale gelen bazı kapıların anahtarı da hâlâ ABD’nin ve sürdürebildiği mutabakatların elinde.
Bugün yapılan görüşme sonrasındaki açıklamalar (atılacak tweetler) gidişatın nasıl olacağı konusunda bir fikir verecek. Ancak ilk sonuç nasıl çıkacak olursa olsun, sonraki gelişmeler nasıl seyrederse etsin, Erdoğan iktidarı için dış konjonktüre bağımlılığın bir süre daha devam edeceği anlaşılıyor. İster kaldıraç etkisi yaratacak gerilimler, ister baskıyı hafifletecek “kazanımlar” olsun, dış konjonktürün iç politikada kaçınılmaz bir üstünlüğü olacak. AKP iktidarının dış politika meselelerini iç politikada “aşırı” kullanması hiç yeni bir durum değil. Fakat bu kullanımın çeşitli dönemlerde farklı yönler aldığını söyleyebiliriz. Mesela AKP iktidarının ilk döneminde, AB ile ilişkiler ve dünya ekonomisiyle entegrasyon, neredeyse iktidarın asli hedefi olarak sunulmuştu. Hatta AKP bu elverişli dış konjonktüre fazlasıyla yaslanmakla eleştirilmişti. 2007’den 20012’ye kadar uzanan ikinci döneminde ise iktidar stratejisi iç çatışmalar ekseninde şekillendi. 2013 sonrasında ise kutuplaştırma bütün hızıyla sürdürülürken, dış politika gerilim ihtiyacını karşılayan bir kaynak haline geldi. Çok kabaca önce pozitif, sonra nötr, daha sonra da negatif kaldıraç oldu.
Metropoll Araştırma’nın ekim ayındaki anketi, Suriye harekatı sonrasında iktidar ittifakının oylarının dört puan arttığını ortaya koydu. AKP içindeki bazı isimlerin de bunu umut verici bir ivme olarak yorumladığına dair haberler okuduk. Bizzat Erdoğan tarafından işaret edilen “muhalefeti dağıtma” hedefine biraz yaklaşıldığını, AKP içinden çıkacak parti girişimlerinin ise durdurulamadığını anladık. Soyut olduğunda sonuç alınamayan “beka davasını” biraz daha somut hale getirmenin, aksiyon katmanın oya tahvil edilebildiği ortada. Ancak son yıllarda defalarca uygulanan negatif kaldıraç etkisinin ne kadar güvenilir ve sürdürülebilir olduğu tartışmalı. İç politikada ve ekonomide yakın dönemde önemli bir siyasi atak yapması mümkün görünmeyen, niyeti de olmayan iktidar için, manevra yapılabilir, gerilim ve “başarı” devşirilebilir alan hâlâ dış politika. Fakat sürekli sorun çıkartan ama çözemeyen olmanın orta vadede içeride ve dışarıda alternatif arayışlarını güçlendirmesi de güçlü olasılık. İşte bu yüzden Suriye harekatından daha çok imzalanan mutabakatlara önem atfedildi.
AKP uzun bir süre “dünyada herkes bizi seviyor” diyerek başarısını tarif etti. Şimdi “dünyada herkes bize düşman” diyerek gücünü göstermeyi deniyor. Erdoğan, dünyadaki genel algıyı değiştirerek değil, güçlü liderlerle –Trump, Putin, Merkel- anlaşabilmesini (önemsenmesini) bir politik başarı olarak sunmaya çalışıyor. Bunlar dış politikanın gerekleriyle, dünyadaki yeni konjonktürle ilişkili ama iç politik ihtiyaçlara da karşılık gelen tarafları var.
AKP’nin dış politika dönemlerinin, sağ zihniyet dünyasındaki -Ruşen Çakır’dan ödünç alarak- “vatan, millet, pragmatizm” üçlemesine karşılık gelen özellikler taşıdığı görülebilir. Birinci dönemde “herkes bizi seviyor” fikrinin pragmatizmi fena halde tatmin ettiğine kuşku yok. İkinci dönemde devletle girilen çatışmalı gerilimin de, bu üçlünün “millet” tarafıyla temas kuran popülist bir içerik taşıdığı söylenebilir. Son dönemin yüksek milliyetçilik eşliğinde süren politik ajitasyonu da, sağ seçmenin “vatan” sembolüne hitap ediyor. AKP’nin kendi içinden gelişmeye başlayan yapısal çözülme, artık tek bir ayağa yaslanarak durmayı zorlaştırıyor. İçeride ve ekonomide tamamen tükenmiş “sorun çözme” becerisinin gösterilebileceği alan olarak dış politika öne çıkıyor. Erdoğan, yaygın imajın aksine hiç olmadığı kadar siyasi olarak da dışa bağımlı bir iktidar stratejisine yöneliyor.