Bir kez daha yılın en çok beklenen ve merak edilen filmlerinden biriyle, oldukça uzun bir zaman sonra buluşuyoruz: Dune… ‘Dune’ filmi de, Covid salgını yüzünden ‘rafta’ duran diğer ‘blockbusterlar’ gibi sabırsızlıkla izleyicilerle buluşacağı zamanı bekliyordu. Bu ‘karşılaşmanın’ umulan etkiyi yaratmadığı söylenemez!
Aslında ‘Dune’ filmi, ‘beklemede’ olan diğer büyük bütçeli yapımlardan daha hassas bir noktada duruyordu çünkü film, proje aşamasındayken nerdeyse ‘lanetli’ bir konuma düşmüştü. Ünlü yazar Frank Herbert’in bu fantastik dünyası sadece bir kere David Lynch tarafından 1984 yılında beyaz perdeye aktarılmıştı. Hem çok sancılı geçen çekim süreci (Lynch’in film süresi konusunda yapımcılarla sonu gelmeyen tartışmaları) hem de filmin gişede yaşadığı hezimet, projeyi en riskli ‘tekrar çekim’lerden biri haline getiriyordu. Lynch’ten önce Arthur P. Jacobs, Alejandro Jodorowsky veya Ridley Scott gibi isimler projeye el atmıştı ama hiçbiri sonuca ulaşmadı. Lynch’in yaşattığı eleştirel ve ticari ‘ekşi’ tadı silmek için, Arrakis gezegenini tekrar beyaz perdeye geri getirme görevini Denis Villeneuve’e vermek belki de en uygun karar gibi duruyordu: Yönetmenlik açısından son yıllarda inanılmaz bir yükselişte olan Villeneuve daha önce hem ‘Arrival’ gibi dikkat çeken bir film hem de ‘Dune’ gibi başka ‘bilimkurgu miladı’ olan ‘Blade Runner’ filminin devamını layığıyla beyazperdeye taşımıştı.
Konuya gelince: 10191 yılında Dük Leto Atreides’e İmparatorluk tarafından Arrakis gezegenine düzen ve işleyiş getirme görevi verilir. Baharat açısından inanılmaz derecede verimli olan bu gezegen daha önce, uzun zamandır Harkonnenler tarafından yönetilmiştir. En iyi askerleri, eşi ve oğlunu alarak bu tehlikeli ‘çöl gezegenine’ giden Dük Leto korkunç bir ihanete uğrayarak bir anda düşmanlarına karşı her şeyini kaybetme noktasına gelir.
İKTİDARIN ZORLUĞU…
Öncelikle bu yeni ‘Dune’ filminin iki bölüme ayrılmış olmasının (filmin tam ismi Dune Part One/Bölüm Bir’) yerinde bir karar olduğunu belirtelim. Çünkü ‘Dune’ bizce karmaşık bir evrende basit gibi görünen ama aslında altı oldukça ‘dolu’ mesajlar taşıyan bir film. Filmdeki ana karakterlerin ve senaryonun öne çıkan farklılıklarını da düşündüğümüzde hikâyenin daha oturaklı ve sağlam temellere oturması için bu ‘ikiye ayırma’ gerekli gibi duruyor. Bir felaket yaşanmamak kaydıyla (ardından gelecek ‘İkinci bölüm’ ne getirir bilinmez ama) bu ilk bölüm senaryo açısından, karakterlerini başarılı bir şekilde geliştiren, gereksiz kısaltmalardan kaçınan, kitaba layığıyla bağlı kalan kompakt bir yapı müjdeliyor.
Marvel ve diğer süper kahraman filmlerinin uzağında duran ‘Dune’ şaşırtan bir konu yoğunluğu taşıyor: Hikâye devasa bir evrendeki (yönetimsel) siyasi zorlukları sunarken aynı zamanda bir insanın, etrafını saran ‘çevreye’ karşı ‘çarpışmasını’ da mercek altına alıyor. Çevreci sorgulamalarıyla senaryoyu çok daha güncel bir boyuta taşıyan bu yaklaşım, sadece hikâyeye değil aynı zamanda karakterlerinin de sırtına ciddi bir ‘sorumluluk’ yüklüyor.
Film, (zorunlu olan) epilog bölümü dışında ‘voice off’ tuzağına düşmüyor. Sertliğinden ve keskinliğinden (doğal kokan konuşmalar, karşılamalar vb.) art arda gelen sekanslarla biraz kaybetse de hikaye ilerlemekten hiç vazgeçmeden zenginleşiyor.
VİLLENEUVE’ÜN ESTETİK DEĞER ÖLÇEĞİ…
Kanadalı yönetmenin en azından görsel açıdan çok görkemli sekanslar yaratmadaki becerisine daha önceki filmlerinde de tanık olmuştuk ama burada bu durum adeta zirve yapmış durumda… Konuya yabancı olanlar için hazmetmesi biraz zor olsa da, 2 saat 35 dakikalık süresine rağmen film seyirciyi asla sıkmıyor.
Yönetmen daha Caladan gezegenindeki açılış sekansından itibaren görkemin aynı zamanda sadelik taşıyabileceğinin adeta dersini veriyor. Senaryo asıl yönünü bulup, gözlerimizi Arrakis ‘çölüne’ çevirdiğimiz anda tekrar yönetmenin tamamen hâkim olduğu, ‘saf’ bir güzellik ve ‘tekinsizlik’(!) duygusunu hissediyoruz. Sanki yönetmen sömürülen, kullanılan ve elden ele değişen bu ‘çöl gezegeninin’ kendi haline bırakılma isteğini, (özellikle gezegenin yerlileri Fremenlerin ağzından) zaman zaman dile getiriyor… Kısaca söylemek gerekirse, Villeneuve sahnelerindeki devasa dekor boyutlarını, ‘baş döndüren’ özel efektlerini sadece seyircinin ‘gözünü boyamak’ için kullanmıyor. Bu ‘görüntülerin’ altında romandan uyarlama esnasında üstünde oldukça uzun çalışılmış (yönetmen dahil üç kişi tarafından) bir senaryonun varlığı hissediliyor.
Öte yandan filmin görsel yanının çok ‘çarpıcı’ olmasında (özellikle çölün dev solucanlarının bir baharat istasyonuna saldırdığı sekans…) görüntü yönetmeni Greig Fraser’ın ve görsel efektlerde (Oscar’lı) Paul Lambert’in değerli çalışmalarının da payı çok büyük…
OYUNCULARIN İLK SALVOSU…
Bu kadar iddialı bir filmde tabii ki oyuncuların performansları da çok etkili bir rol oynuyor. Filmin tekrar ‘iki bölümden’ oluştuğunu hatırlarsak bazıları şöyle bir göründükleri halde (örneğin; Josh Brolin) hikâye tamamlandığında bu ‘eksikliğin’ hissedilmeyeceğini umabiliriz. Ancak özellikle filmin ana üçlüsü Paul rolünde Timothee Chalamet, babası Leto’yu canlandıran Oscar Isaac ve eşi Lady Jessica’ya hayat veren Rebecca Ferguson’un performansları görmelere seza… Atreideslerin can düşmanları Harkonnenlerin ve başlarındaki Baron Vladimir’in ise bizce (belki de Lynch’in filmiyle kıyasladığımız için) tehditkâr ama biraz ‘steril’ durduğunu da ekleyelim…
Sonuç olarak Denis Villeneuve, altına girdiği büyük görev ve sorumluluğun tamamen farkında olarak, tabii ki çok rahat bir bütçenin de yardımıyla (!60 milyon dolar!) epik ve sıra dışı bir romandan epik ve sıra dışı bir film yaratıyor... Bir kez daha!