‘Dünya asla yalnızca beyaz olmayacak’

James Baldwin'in 1940’larda ve 1950’lerde kaleme aldığı denemeler 'Bir Vatan Evladının Notları' başlığıyla Can Yayınları tarafından yayımlandı.

Abone ol

Yazar Gore Vidal, “ABD’de beyaz Amerikalı olmak dışında her şey çok zor” demişti. Çok iyi bildiği ülke tarihini ciltler hâlinde romanlaştıran Vidal; köleliği, ayrımcılığı, müesses nizama karşı duranlara uygulanan şiddeti, sokağa hâkim olmaya çalışan Cumhuriyetçileri ve “Amerikan Rüyası”nın paranteze aldığı yaşamları anlatmıştı uzun uzun.

Vidal’in anlattığı gerçeklerden muzdarip olan, bunu hem edebİ olarak hem de teorik ve tarihsel bağlamda kâğıda dökenlerden biri de James Baldwin’di. Eşcinselliğini gizlemeyen ve cinsel özgürlüğü savunan Baldwin, gerek romanlarında gerek kurgu-dışı metinlerinde, hep insan hakları savunucusu ve ırkçılık karşıtı bir yazar olarak çıktı karşımıza.

ABD’de siyahların örgütlenme faaliyetleri içinde yer alan, eylemlere katılan, toplumda dışlanmış kesimlerin yanında duran ve özellikle eşcinsellerin karşılaştığı ayrımcılıkla mücadele için çalışan Baldwin, 'Ben Senin Zencin Değilim' adlı kitabında, durduğu noktayı özetlemişti: “Dünyada herhangi bir beyaz adam ‘bana ya özgürlük ya ölüm verin’ deyince bütün beyaz dünya alkışlıyor. Siyah bir adam tamamen, kelimesi kelimesine aynı şeyi söyleyince suçlu olduğuna hükmediliyor ve suçlu muamelesi görüyor ve bu pis zenciden örnek oluşturmak için mümkün olan her şey yapılıyor ki bir daha onun gibisi çıkmasın.”

Yersiz-yurtsuz Baldwin’in isyanı, kendisini sürgünde yaşamaya zorlayan zihniyete karşıydı; 1950’lerden itibaren “beyaz Amerikalılar”dan gördüğü baskının özünde, hem siyah hem de eşcinsel olması bulunuyordu. Baldwin’in bu iki yönü, özellikle anti-hümanistlerin cirit attığı 1950’ler ABD’sinde yok sayılmak ve yok edilmek için yeterliydi. Kısacası Baldwin, erken yaşlarından itibaren çemberin dışında bırakıldığının farkındaydı, ömrünü bunun nedenlerini anlamaya ve söz konusu ayrımcılığı eleştirmeye adamıştı. Tanrı’yı terk ettiği gibi ABD’yi de ardında bırakarak yerleştiği Fransa’da, hemen her an karşılaştığı efendi-köle ikiliğiyle mücadeleye girişmiş, tarihçi Anne C. Bailey’nin ifadesiyle “hayatın, özellikle de Amerikan hayatının keskin gözlemcisi ve yazarı hâline gelmişti.”

Baldwin’in bu gözlemciliğinin bir ürünü olan, 1940’larda ve 1950’lerde kaleme aldığı denemeler, 'Bir Vatan Evladının Notları' başlığıyla yayımlandı. Sivil Haklar Hareketi’nin ilk günlerinde ve yirmili yaşlarındayken yazdığı denemelerinde Baldwin, doğup büyüdüğü Harlem’deki günlük yaşamdan kesitler sunuyor, ABD’de siyah olmanın zorluklarını ve siyah bir sanatçı olarak karşılaştığı açmazları anlatıyor.

'HEMEN OLMUYOR JİMMY'

Baldwin, ince eleyip sık dokuyarak kurduğu hümanist söyleminde, siyahları eksiksiz bir insan olarak görürken beyazları insanlıktan çıkarma girişimlerini reddediyor. Başka bir deyişle beyazların, kendilerini birer “efendi” olarak görürken siyahları “köle” diye nitelemesine dayanan bakış açısında, özne ve nesnenin yerinin değiştirilmesine karşı çıkıyordu. Edward P. Jones’a göre söz konusu tavır, Baldwin’in iyimserliğinin bir yansımasıydı; ABD’de siyah olmanın güçlüklerini anlatırken bile bu bakış açısını terk etmemişti yazar.

Bir Vatan Evladının Notları, James Baldwin, Çevirmen: Suat Ertüzün, 208 syf., Can Yayınları, 2021.

'Bir Vatan Evladının Notları’nda anlattığı hemen her şeyin ağır olmasının yanında, Baldwin’in bu iyimserliği görülebiliyor. Bunun dışında, kendisini arayıp bulma çabasına da rastladığımız yazar şöyle diyor: “Kendimi hiçbir zaman bir denemeci olarak görmemiştim: Böyle bir düşünce hiç aklıma gelmemişti. O yolculuğu hafızamda tekrar canlandırmakta -belki özellikle de şimdi- zorlanıyorum. Eminim ki hem keşfetmek istediğim hem de kaçınmaya çalıştığım bir şeyle ilgiliydi bu. Amacım kendimi keşfetmeye çalışmaksa eğer -yakından baktığımda biraz şüpheli bir heves çünkü aynı zamanda kendimden kaçmaya çalışıyordum- o benlik ile kendim arasında çağların büyüttüğü bir kaya olduğu muhakkaktı. O kaya ellerimi yaralıyor, tüm aletler üstünde kırılıyordu. Fakat yine de bir yerlerde bir ben olmalıydı: Esarete karşı onun içimde kımıldadığını hissedebiliyordum. Kurtuluş -kimlik- umudu benim o kayanın şifresini çözebilmeme ve onu tanımlayabilmeme bağlıydı.”

“Mutlu zenci” masallarını paranteze alan Baldwin, zeminine gerçekleri koyduğu umudu ve iyimserliği temellendirmeye çalışıyor denemelerinde. Ardından, hiçbir zaman beyaz olmayan ve olmayacak yeryüzüne seslenip “vahşi” ve “uygar” ayrımı yapanları eleştirmeye girişerek önemli bir soru yöneltiyor: “Beyazların egemenliğine ilişkin dünyanın -insanlığın- elinde bulunan tek delilin Siyahların yüzünde ve sesinde olması, hiç yakından bakılmayan o yüzde ve hiç işitilmeyen o seste olması kaderin, tabiri mazur görün, vahşi bir cilvesi değil mi?”

Ömrünü “dürüst bir adam ve iyi bir yazar olmaya” adayan, bunu da başaran Baldwin, “felaketzedeliğinin” bilinciyle kaleme kâğıda sarıldığında, çocukluğunun travmaları arasında kendisine verilen öğüdü hatırlıyor: “Hemen olmuyor Jimmy.”

LANETLEMEYİ ALIŞKANLIK HÂLİNE GETİRENLERİN ELEŞTİRİSİ

Baldwin, ilk olarak ABD’de püritenliğiyle nam salmış, “ahlak” satan yazar ve sanatçılara çeviriyor bakışını. Aşırı duygusallıkların ardına gizlenen sahtelikleri ve ırkçılığı eleştirirken maskelenmiş zorbalıklardan ve insaniyetsizlikten dem vuruyor. Gaddarlık anlatımlarına tutunanların davranışlarını sorgularken sadece “kölelik dehşet verici bir şey” diyerek yüzeyselliğin sularında laf üretenleri de eleştiriyor. Dava insanlarının yarattığı önyargılara ve körüklediği şiddete dair çıkışları da cabası.

Kalıpyargılarla ve belletilmiş gerçeklerle mücadele edilmesi gerektiğini söyleyen Baldwin’in intikamcı olmayan, naif ve hümanist eleştirilerinden, lanetlenme korkusu yaşadığı için lanetlemeyi alışkanlık hâline getirenler de payını alıyor elbette: “Bizi biçimlendiren, bize doğuştan verilen o gerçeklik kafesinin içinde olmak ve onunla mücadele etmektir, doğru fakat bize durmaksızın, en çok ihanet eden de bu gerçekliğe olan bağımlılığımızdır. Toplumu bir arada tutan ihtiyaçlarımızdır; onu masallarla, mitlerle, baskı ve korkuyla birbirine sıkı sıkı bağlar.”

Siyahları insan olarak görmeyenlerin, bu tavrıyla kendilerini de aynı insanlıktan çıkardığını söyleyen Baldwin, 1940’larda ve 1950’lerdeki kısırdöngünün kaynağını da açıklıyor bir yerde. Benzer şekilde, siyahları beyazlaştırma, bu başarılamazsa toplum dışına itme harekâtının da bahsi geçen kısırdöngüyü beslediğini belirten yazar, bir başka suçtan daha söz ediyor: “Siyah’ın yüzünü kendi suçumuzla biz donatıyoruz; üstelik bunu -en az aynı şiddetteki bir başka çelişkiyle- çaresizce, tutkuyla, tatmin edilmemiş bir bağışlanma ihtiyacıyla yapıyoruz.”

İnfaz edilen ya da katli vacip sayılan, dışlanan ve uzak durulması öğütlenen “zencilerin” lanetlenmiş öykülerini, hem romanları hem de sinema filmlerini gündeme getirerek hatırlatan Baldwin, “kendisini kuşatan ‘zencilere’ ve içindeki ‘zenci’ye kararsızlıkla ayak uydurmak zorunda kalmayan bir siyah yoktur” derken Hollywood’a, ABD’deki yayıncılara, muhalif bilinen yazar ve sanatçılara yönelik eleştiriler sıralıyor.

BİR YABANCILAŞMA HİKÂYESİ

Bir getto hâline getirilen Harlem’de doğup büyüyen Baldwin, tarih kitaplarında kendisine pek yer bulmayan ABD’nin uzak ve yakın geçmişinden bahsederken siyahların yaşam alanlarının daraltılışını anlattığı deneme ve otobiyografik metinlerle karşılaşıyoruz 'Bir Vatan Evladının Notları'nda. Bununla birlikte yazar, siyahların nasıl öndere dönüştürülüp ardından nasıl aşağı çekildiğini de hatırlatıyor: “Siyah önderleri Amerikan sahnesi yaratıyor, sonra aynı sahne her adımda onların karşısına dikiliyor; önderlerin elinden gelen en iyi şey de sonunda kendilerini koltuklarından azlettirmek ve bugünün Amerikan önderleriyle kendi topluluk üyelerinin, zaten kötü olan gidişat artık iyice içinden çıkılmaz ve dayanılmaz hâle gelene dek başının etini yemek.”

Baldwin; Harlem’i, yaşam öyküsünü, ülkesindeki ayrımcılıkları ya da sinik siyahları anlatırken şovenizm ve hümanizm arasında salınan toplumsal kesimlerin birbiriyle mücadelesini koyuyor ortaya. Herkesin birbirine benzemesi gerektiği şiarına dayanan Amerikan idealini eleştirirken de hep bu çekişmeye atıf yapıyor. Siyahları birer piyon olarak kullanan, seçim zamanı sıraladığı vaatleri daha sonra unutan ve onların ABD’deki konumunu değiştirmeye hiç niyeti olmayan politikacılar da Baldwin’in eleştirdikleri arasında.

Yazarın her şeyden önce koyu dindar babasını yerdiğini görüyoruz. Otobiyografik notlarında onu sinik siyahlardan biri diye nitelerken içindeki baba nefretine tutunuyor ve biraz daha olgunlaştığında söz konusu nefreti, sorular ve yanıt arayışlarıyla bir mantığa oturtuyor. Böylece bu eylemin, yazar ve denemeci kimliğine katkıda bulunduğunu fark ediyor Baldwin. Bahsi geçen farkındalık, onu Paris’te bazı tarihsel gerçeklerle buluşturuyor: “Siyah ile Afrikalı üç yüz yıllık bir uçurumun iki yakasından birbirlerine bakarlar ve bu yabancılaşma bir akşamlık iyi niyetle aşılamayacak kadar geniş, söze dökülemeyecek kadar da ağır ve çift yönlüdür. Bu yabancılaşma Siyah’ın bir melez olduğunu fark etmesine yol açar. Yalnızca bedensel olarak melez değildir: Siyah, yaşantısının her yanıyla açık artırma kürsüsünün hatırasını ve mutlu sonun neticelerini ele verir. Beyaz Amerikalıların şahsında gerilimlerinin, korkularının, duyarlığının yansımasını -deyim yerindeyse daha tiz perdeden yinelenişini- bulur.”

Baldwin’in mücadelesi, söylemi ve denemeleri, Amerika kıtası başta olmak üzere yeryüzünde ırklar arasındaki dramın yalnızca siyahları değil, beyazları da yeniden yarattığını görmemizi sağlıyor. Kendisini, ülkesinde bir yabancı kılan ve bu konumdan çıkaran tarihsel gerçekler, dünyanın asla yalnızca beyaz olmayacağını da gösteriyor ona. 'Bir Vatan Evladının Notları' da bu tema ve hakikat etrafında şekilleniyor.