Dünya dedikleri

Bir şairin öykü kitabı olarak dilsel arayış penceresinden de değerlendirilebilecek 'Sinekler Şehri', ilmek ilmek dokunmuş, imgelerle ve eksiltmeli bir dille işlenmiş birçok öyküyü bir araya topluyor.

Abone ol

Sibel Öz

İlk öykü kitabı 'Rıza Bıyık'ı 2018 yılında yayımlayan şair Betül Tarıman, ikinci kitabı 'Sinekler Şehri' ile üç yıllık bir aranın ardından yeniden öyküseverlerle buluştuğunda bu ilişkinin kalıcı olacağına dair işaretleri de güçlendirdi.

İlki 'Ay Soloları', sonuncusu 'Maksatlı Makastar' olan 11 şiir kitabının yanına 12 çocuk kitabı, iki öykü kitabı, bir anlatı ve bir kent monografisi kitabını koyan ve şiirleri yabancı dillere çevrilen Betül Tarıman, son yıllarda şiirlerinin yanı sıra öykü ve çocuk kitaplarıyla da dikkat çeken bir edebiyatçı. 2005 Behçet Necatigil Şiir Ödülü sahibi Tarıman’ı, bu nedenle gerçek bir edebiyat işçisi olarak tanımlamak mümkün. Şiiri öyküye, öyküyü şiire taşıyarak pek çok eser veren Tarıman, aynı zamanda bir dil işçisi. İlk şiirini 1992 yılında Kıyı dergisinde yayımlayan Tarıman’ın öykü ve şiirdeki dil arayışı hiç bitmediği gibi her yeni kitapla bu arayışın çıtasını yükselten, yeni sulara kulaç atan kâşif yanı da dikkat çekiyor. Bir röportajında(1), “şiirin acemisiydim hayatın acemisi olduğum gibi” sözleriyle kendini tanımlayan Tarıman, hayatı boyunca Maarif’te öğretmenlik yaptığı halde, edebiyatın öğrencisi olduğunu belirtirken durduğu yeri de betimlemiş oluyor. Hayatta olduğu gibi edebiyatta da ‘öğreten’ konumundan, tamamlanmış, bitmiş bir tedrisattan uzak duran şair-yazar, bu nedenle eserlerinde her daim genç, güncel ve yenilikçi. Bu durumu neredeyse her kitabında görmek mümkün.

Bir şairin öykü kitabı olarak dilsel arayış penceresinden de ayrıca değerlendirilebilecek 'Sinekler Şehri', ilmek ilmek dokunmuş, imgelerle ve eksiltmeli bir dille işlenmiş onlarca öyküyü bir araya topluyor.

Kitabın ilk öyküsü "Mevsimi Değildi", bir şairin dilinden son zamanlarda yaşadığımız ruh halini ifade ediyor adeta. "Mevsimi Değildi" başlığının kendisi, iki kelimeden oluşan uzun bir öykü gibi, karşılaşacağımız kitabın hacmini, iklimini daha ilk öyküden anlatmaya yetiyor.

“Kendini çiviledi astı duvara, oradan olan biteni izledi, oraya buraya saçılmış kitaplara, kâğıtlara, gittikçe belirginleşen ambulans sesine kulak verdi, ansızın mutfak masasında yalnız oturan kendini, başak kadar boyu olmayan kendini… Hayâl etti.”

Boş bir kabuğa benzeyen pardösü gibi, duvardaki çivide asıldığı yerden geçip gitmekte olan hayatı izleyen öykü kahramanı, postmodern bir anlatıyla kâh ölü bir balığın gözlerinden kâh başı kopmuş olsa da görmediğini gördüğünü ‘düşünen’ bir eski zaman heykelinin hizasından metni oluşturmakta ve yaşamanın mevsimi olmadığını söylemektedir.

Sinekler Şehri, Betül Tarıman, Alakarga Yayınları, 2021.

Şiirin ve imgenin gücüne yaslanan öykülerde Tarıman, dili eksilterek kimi yerde tümden imgeyi işe koşmakta, okura güvenerek çoğunlukla onun zekâsını hesaba katmaktadır. Başka öykülerde de rastladığımız imgenin brüt ağırlığında eridiği sezilen dil Tarıman’a özgüdür; dişildir, özgürdür, sınırsızdır. Sözgelimi "Hamam" öyküsünde düpedüz kadın vücudundan süzülen sular eşliğinde gündelik hayata dair telaşlar, düşünceler akar gider… Çevresinde olup bitenlere dair omuz silken kadın, suyun altında rahatlamakta, arınmakta ancak bir türlü gerçek bir rahatlama ve arınmayı yaşayamamaktadır. Psikolojik olarak ruh temizlenmeden ten temizlenememekte, kahramanın bilinçaltında belki de tersi geçerli olmaktadır. Tarıman "Mercimek Tanesi" adlı öyküsünde askeri karargâh, lojman ve servis üçgenindeki erkek yaşamı bir kadının ve kız çocuğunun gözünden, hatta bir mercimek tanesini odağa alarak anlatır. Bütün o kenarlı, köşeli, yıldızlı, postallı, apoletli koca koca askerlerin dünyasının gerçek hayat karşısında mercimek tanesi kadar hükmü yoktur, gereğinde bir mercimek tanesi de boğabilir insanı. "Hikâye Burada Biterdi", "Kurbağa Adam", "Sakmanların Müfit Bey", "Hayrullah Efendi", "Abdülhak Bey’le Konuşmalar" başlığını taşıyan seri öykülerde yazar pek çok erkek portresine yer verir. Değil midir ki, 'Sinekler Şehri'nin kadınları onlar yüzünden, bir yerde bir gökte, bir heveste bir kederdedir. Erkek hikâyeleri taşradan taşıp kentin surlarına dayanır, içten içe kemirir taşı bile.

Tarıman’ın öykü evreninde olaylar kesik kesik, bir koşucunun nefes alıp verişleri gibi. Bu, onun anlatısını modern sonrası zamanların ruhuna yakınlaştırıyor. Öte taraftan anlatısı eski hikâyelerden, masallardan bir şeyler de taşıyor ruhunda. Eski zamanlardan kalma bir kahraman, bugünün çok hızlı, çok karmaşık, çok uğultulu, çok kıstırılmış yaşamına bakıp bakıp bir şeyler anlatıyor bize. Gözleri hep açık olmasa da, ara ara gördüklerini, olayları değil de olay parçacıklarını anlatıyor. Sonunda hepsi birleştiğinde bir durum öyküsü çıkıyor ortaya. Tarıman’ın öykü evreninde kopuk, kesintili, yerçekimsiz olay parçacıkları öykü kahramanlarının dünyasında bir yere oturuyor. Bu yabancılaştırıcı, yalnız ve yabansı hâl, tam olarak günümüz dünyasını anlatıyor. Bu karmaşa, bu karanlık ve kör edici parlaklık karşısında, Tarıman’ın öyküleri bir parlayıp bir sönen yıldızlar gibi modern sonrası göğümüzü tanımlıyor.

"Öyle Bir Rüzgârdı ki" öyküsünü bu açıdan okumak mümkün: Kahraman bir kişi değil, çok kişi, belki de çok kişiliklidir. Çok kişi ve kişiliğin ortak özelliği, bir anda ortaya çıkan yıkıcı rüzgâr karşısında sığınacak dam, tutunacak dal aramaları, düzensizlik içinde kıstırılmışlık duygusuyla kendi küçük düzenlerini çaresizce yaşatmaya çalışmalarıdır. Tabii bu, okurların çıkarabileceği sonuçlardan sadece biridir. Tarıman, bir şey dediğinde, demediği şeylerin tümünü söylemeye çalışır gibi, öykülerinin ucunu açık bırakmakta, olaylar arasındaki gevşek bağları akıl tezgâhında dokuyarak sağlamlaştırmaya çalışmak ya da tümden söküme uğratmak ise okura kalmaktadır.

'Sinekler Şehri' kitabında öyküleri, hacimlerinin ötesinde bir ufka taşıyan ve okurda çoğaltan gizil güç, şüphesiz yazarın şair oluşundan ileri geliyor. "Beni Tutan Neydi" öyküsündeki şu paragraf, bütün bir hayatı imgelerin gücüyle eksilterek anlatabilme becerisinin açık bir örneği gibi görünüyor:

On on beş adımda soluğu çorbacıda alır, daldırır kaşığı çorbaya karşısında hastanenin morgu, bir cenaze arabası belirir, gasilhanenin kapısı açılır açılmış iken, yerde ölü bir kelebek sanki toprağın koynunda bir şeyler olacak, ağlaşırdı insanlar ölünün arkasından, bir dut dalından düşer, olmaya durmuş yenidünyalardan bir koku yayılırdı yayılmış iken, çorba yarım kalırdı, yarım bir hayat gibi… Kimi erken düşerdi toprağa, kiminin gömleğinde bir böğürtlen lekesi…

Şair-yazar, türler arasında dolaşıp öyküyü şiire, şiiri masala evire çevire dilin tüm olanaklarıyla bir şeyler anlatmaya çalışıyor. O, bir dil işçisi ama nasılı kadar neyi anlattığı da önemli. Tarıman’ın her sahici yazar gibi dünyayla bir derdi var. O dert, Tarıman’ı kurdun kuşun dilini bilen kadının diliyle yazmaya itiyor, yazdırıyor. O kadim masalı, o eski hikâyeyi Tarıman’ın dilinden çok net duyuyorsunuz. "Dünya" adlı öyküsünün başında şöyle sesleniyor örneğin:

Dünyanın ötelerden kopup geldiği, gelip de üzerinde türlü otlar, canlılar, insana benzeyen toplulukların bittiği, bu toplulukların yıldızlara, güneşe, aya tuhaf tuhaf tapındığı, erkek avcıymış kadın toplayıcı, türlü kederler içinde bir mağarada, yırtıcı hayvanlardan, düşmandan kaçmak için ağaçların tepesinde, kimi düşerek kimi kalkarak… Ah dünya, hay bu dünya, at beni içinden at dünya.

Dünya, atmaz içinden insanı. İnsanlık tarihi boyunca ‘Ah’ eden kadın gibi o da bir annedir. Son nefese kadar başlarını okşar insan çocuklarının. Yine de Tarıman, dünya anneyle konuşur, umutludur duyulacağından. “Göze almanın gözüdür” o, göze almanın dilini kullanır bu yüzden. Formların dışına çıkar. O yürüdüğü ladinli, lahitli, güneşli yollarda rastladığı taş tabletlerden bugüne sızmış gibidir "Dünya" öyküsünde söyledikleri:

Deneme beni varsıl kıl, tutuşturma, çocuk kalayım büyütme, devrileyim bir kederden bir ormana, okyanuslara. Beni dört duvar arasından, diz çöküp alnını yere vurandan, ama ne yapayım olmuş deyiverenden, gözünü ayaklarıma dikmişlerden, kusuruyla barışık olmayandan, davasından vazgeçenden, haritaları yol bilmeyenlerden, hayâl kurmayanlardan, bir gülün çevresini tavaf etmeyenlerden, dünya dünya koru beni dünya, olmamışlardan. Çünkü benim takatim nereye kadar, çünkü ben bilemem bıçağın ucu keskin mi, bu makas keser mi, çünkü ben bu insan çiğ mi bilemem, çünkü ben tedavülden kalkmış masal işçisi, kozasında kelebek, çünkü ben neydi dün yaşanan, anımsamak istemem.

“Betül Tarıman’ın şiirlerini en çok da yenilikçi oluşlarıyla severim, şaşırtıcıdır, yerinde duramaz, bir önceki kitabına benzemez, taze söyleyişlerle, şiirimizde rastlanmadık şiir kişileriyle merakı diri tutar” diyen Haydar Ergülen, Tarıman’ın öyküleri içinse şunları belirtir: “Öyküleri de bu tutumunun parlak örnekleridir. Tarıman şiirde ve öyküde bana Hulki Aktunç’u hatırlatıyor. İkisine de çeşitlilik katan, sınırlarını genişletme uğraşında olan bir şair ve yazar olmasıyla. Kuşkusuz Aktunç’taki sözcük zenginliği, türetmesi, argosu başka kimsede yoktur, o onun yeraltıdır ama Tarıman da sanki tek başına bir öykü atölyesi gibi, farklı anlatımlar deniyor, nerdeyse hiçbir öyküsü diğerine benzemiyor.”(2) Gerçekten de dünya Betül Tarıman’ın oyun yeri, metinleri ise birer atölyedir. Burada arayışın, öğrenmenin, koşmanın, emeklemenin sonu yoktur. Yazmak, dili gerçek anlamda kullanmaktır. Alışkanlıklarla dil kullanılmaz bu atölyede, dil meselesi konunun özüdür. Tarıman’ın türler arasında gezinen kalemi, bir yandan türlerin sınırlılıklarını aşıp dilin olanaklarını da araştırmaktadır.

Öyleyse Betül Tarıman çok yaşasın, hep yazsın, öyküyü de şiir kadar sevsin, çok sevsin…

Dipnotlar

  1. K24’te Abdullah Ezik’in B. Tarıman ile gerçekleştirdiği söyleşi, 18 Kasım 2021.
  2. Haydar Ergülen, Yeni Öykü Kitapları İçin Notlar, Hürriyet Kitap, 30.07.2021.