Dünya edebiyatından yedi 'deli' kadın

Lydie Salvayre, Yedi Kadın'da erkek egemen bir edebiyat ortamında var olmaya çalışan mücadeleci kadınları anlatıyor: Emily Bronte, Djuna Barnes, Sylvia Plath, Colette, Marina Tsvetaeva, Virginia Woolf ve Ingeborg Bachmann.

Abone ol

Yazarları yaşamlarından bağımsız ele alabilir miyiz? Bu sürüp giden bir tartışma. Bazı düşünürler yazarların yaşamlarına indirgenemeyeceğinden dem vurur bazıları ise yaşamlarından yapıtlarının izlerini sürmeyi seçer. Ben bu konuda ortada bir yerdeyim sanırım. Yazarlar belirgin bir şekilde metinlerinin öznesi olabilirler veya hissettirmeden size aslında kendi yaşamlarından kesitler aktarabilirler. Eserlerinde başka bir yaşam kurgulayıp, kendi deneyimlerinden beslendikleri karakterler yaratabilirler. Bu uzunca tartışılabilir ancak her insan gibi yazarlar da yapıtlarında tam anlamıyla kendilerinden bağımsız değillerdir sanıyorum.

Alakarga Yayınları’nın düşünce serisinden çıkan Lydie Salvayre’ın “Yedi Kadın” adlı kitabında, Salvayre anladığım kadarıyla yaşamında derin izler bırakan, dünya edebiyatından yedi kadın yazarı inceliyor. Yazar, yukarıda bahsettiğimiz gibi bu yazarların yaşamları üzerinden yapıtlarını değerlendirmeye ve onların izlerini sürmeye çalışıyor. Kitapta söz edilen yedi kadın yazar: Emily Brontë, Djuna Barnes, Sylvia Plath, Colette, Marina Tsvetaeva, Virginia Woolf ve Ingeborg Bachmann. Salvayre, yazmaktan bile tat almadığı bir zamanda bu yazarlar hakkında derin bir incelemeye girişmiş, biyografiler, günlükler, ilişki içerisinde oldukları yazarlar, yaşadıkları yerler ve dönemler derken adeta yaşamlarını tüm ayrıntısına kadar tutkuyla öğrenmeye çalışmış. Bunu yaparken bir yandan da kitaplarındaki karakterlerin, anlatılan konuların, hezeyanların, hüsranların, acının izini sürmeye çabalamış.

'ONDAN BEKLENENLER...'

Salvayre’ın bahsettiği kadın edebiyatçıların en belirgin özelliği erkek egemen bir dünyada yazılarını var etme çabaları. Onlar için yazmak çok büyük bir tutku ve yazarın belirttiği gibi: “Eser onlar için varoluşun bir artısı değil. Eser onlar için varoluşun ta kendisi.” Böyle bir tutku ile bağlı oldukları yazı, yaşadıkları dönemler itibariyle bir yandan da acı kaynağı. Çünkü öyle bir dönem ki mesela Emily Brontë ve kardeşi Charlotte Brontë yazdıkları eserleri erkek mahlasıyla ancak yayımlatabiliyorlar. Ayrıca, Emily’nin kardeşi Charlotte, birkaç şiirini dönemin ünlü şairlerinden Robert Southey’e gönderdiğinde aldığı cevap, yazarın deyimiyle “çerçeveletilmesi gereken” türden. Şöyle der Southey: “Edebiyat bir kadının işi olamaz ve olmamalı da. Kadın ondan beklenen görevlere kendisini ne kadar adarsa, yetenek veya eğlence adına da olsa, bu işi icra etmeye o kadar zamanı olur.” Buradan anladığımız o dönemde kadına edebiyat dünyasında yer yoktur. (Bugün ne kadar yer veriliyor tartışılır.) Ona toplumsal cinsiyetin yüklediği roller dışında başka bir çaba uygun görülmez. Kadın “ondan beklenen görevlere kendisini ne kadar adarsa” ancak erkeklerin dünyası için mutlu bir yere sahip olur, onun ne ile mutlu olacağının bir önemi yoktur. Nedir bu adanacak durumlar; aile, çocuk, ev işleri, yemek, bulaşık, çamaşır…

“Yaşamak yetmez onlara. Yemek, uyumak ve düğme dikmek, bütün yaşam bunlardan ibaret olabilir mi, diye sorarlar kendilerine” diye tanımlıyor bu kadınların yazma tutkusunu Salvayre. Ve haklılığını Tsvetaeva’nın şu cümleleri hemen kanıtlayıveriyor: “Yazı hariç her şey bir hiçtir.” Yaşama bir bakıma yazıyla tutunan kadınlar onlar tüm ahkâm kesici eleştirmenlere, genel ahlâkın tüm yıpratıcı dayatmalarına hayır diyerek, varlıklarını yazı yoluyla ortaya koyan kadınlar. Verilen tüm bu mücadeleler sonunda ise bazen yolları akıl hastanesine düşüyor, bazen tüm dünyaya kapılarını kapatıyorlar, bazen de intihar edip veda ediyorlar yaşatılanlara ve acılarına. Örneğin; Djuna Barnes o kadar iğrenir ki bulunduğu ortamdan inziva diyebileceğimiz bir hayat sürmeye başlar, yalnızlığı seçer. Salvayre’a göre; “Edebiyat dünyası ile ilgili bütün ilişkiler ona artık tehdit gibi gelmeye başlar. Medya ile (güvenmek için çok yakın tanır) ve yayıncılarla ilişkileri (onlardan nefret etmemek için fazla yuhalanmaya katlanmıştır) bir daha asla derecesindedir.” Barnes ölü bir yaşam sürer, son yıllarında duvarlardan başka kimseyle konuşmaz. Ancak yazarın aktardığı gibi: “O, uzun zamandır ölüler nehrinde hiçliği sayıklarken kitapları kültleşmeye çoktan başlamıştır.”

'DÜNYANIN EN YALNIZ EV KADINI'

“Çocuklar, soneler, aşk ve kirli tencereler arasında bir denge nasıl kurulur?” Salvayre, Sylvia Plath için kurmuş bu cümleyi. Sylvia “kurtarıcım” dediği şair Ted Hughes ile evlenir. Bu onun için bağımsız bir yazar olmak ve ikincil işlere kapılmamak arasında bocaladığı bir sürece karşılık gelir. Çocuklar, tencereler, Ted’e olan aşkı bir bakıma Sylvia’nın kendi varlığının önüne geçer. Ted, ödülden ödüle koşarken o yazarlığı ve kadınlık rolleri arasında sıkışmışlık hissiyle çabalamaya devam eder. Ölümle yaşam iç içedir Sylvia için; “Otuz yaşındayım ama kediler gibi dokuz canlıyım” diyecektir bu nedenle. Akıl hastanelerine onun da yolu düşmüştür yazarın belirttiği gibi; “İnsülün şokları, elektroşoklar, olağan psikiyatri şiddeti” onun da maruz kaldığı şeylerdir. O da tüm bunlara sanırım yazarak dayanmıştır ki şöyle diyecektir: “ Yazı su ve ekmek gibi kesinlikle temel bir şeydir.” Salvayre, onun yazılarında ve dizelerinde yaşamıyla alay eden ironik bir yan olduğunu düşünüyor, zira kendisini dünyanın en yalnız ev kadını olduğunu düşündüğünde yazdıkları bunun doğru bir tespit olabileceğini gösteriyor: “Canlı bir bez bebek, teyit edebilirsiniz. Dikiş diker, yemek yapar.” 1963 yılının 11 Şubat gecesi, çocuklar zehirli gazı içine çekmesin diye mutfak kapısını yapışkan kâğıtla kapatarak, yaşamına son verir Plath. Yazar biraz sitemlice şöyle diyor; “Ariel” ölümünden iki yıl sonra yayımlanır. Hayattayken Plath’i görmezden gelen kim varsa eserin bir şaheser olduğunda hemfikirdir. Yazar haklıdır, bahsettiği tüm kadın yazarlar için de benzer bir durum söz konusudur.

VEFA BORCUNU ÖDÜYOR

Salvayre her ne kadar bu yedi kadın yazarın çok büyük hayranı olsa da onların olumsuz yönlerini görmezden gelmemiş. Örneğin; Virginia Woolf’un antisemitik tavrını eleştirmiş. Çünkü ona göre; bunu yapmazsa asıl ona haksızlık edeceğini ve ondan öğrendiklerini reddetmiş olacağını düşünmüş. O, Virginia’dan İnsanların kanunsuzluklarla dolu karmaşık bir kalbi olduğunu, samimi hareketlerin akıldan yoksun olabileceğini öğrenmiş. Yazarlardan öğreniriz, sevdiğimiz yazarların olumsuz yönlerini görmek istemeyiz, hâttâ bazen farkında bile olmadan onların olumsuz yanlarını anlamaya, onları haklı çıkarmaya çalışırız. Ancak Salvayre bunu yapmamış, on beş yaşındayken okuyup çok etkilendiği Colette’i şimdi okuduğunda “evcimen tarafına tahammül edemiyor” bulmuş kendisini ve Woolf konusunda yaptığı gibi bunu da açıklıkla dile getirmiş.

YENİ ÇIKAN KİTAPLAR

Salvayre “Yedi Kadın” kitabında: Sevdiğimiz, etkilendiğimiz, varlıklarıyla “deli”, yazmayı yaşam biçimi edinmiş, dünya edebiyatının bugün önemli isimleri arasında yer alan yedi kadın yazara yakından bakmış. Şimdi sıklıkla isimlerini duysak da zamanında yaşadıkları onca kırgınlığı, acıyı, erkeklerin dünyasında kadın yazar olmanın tüm sancılarını çekmiş yazarlar hepsi. Salvayre’ın sevdiği, yaşamında yer etmiş ona çok şey öğretmiş, her şeyden vazgeçtiği bir anda tekrar yaşama tutunmasını sağlamış: Emily Brontë, Djuna Barnes, Sylvia Plath, Colette, Marina Tsvetaeva, Virginia Woolf ve Ingeborg Bachmann. Bu nedenle bir bakıma Salvayre’ın vefa borcunu ödediği, yazılırken hissedilen tutkuyu okurken de hissettiren bir kitap ortaya çıkmış.

Lydie Salvayre Kimdir?

1948 yılında Fransa’nın Autinville kentinde doğdu. Toulouse üniversitesinde çağdaş edebiyat öğrenimini tamamladıktan sonra 1969’da tıp fakültesine girdi. Psikiyatri alanında uzmanlaştı. 1970 yılından beri edebiyat dergilerinde yazan, Salvayre, 1997’de yayımladığı La Compagnie des spectres romanı ile Lire dergisi tarafından verilen “Yılın Kitabı” ödülünü aldı. 2014 yılında ise Pas Pleurer adlı romanıyla Goucurt Akademisi Edebiyat Ödülüne layık görüldü.