Musei Capitolini, basit tabirle, insanda “Roma’da Roma’ymış hani!” hissiyatı yaratıyor. Vatikan ile de ilgili aynı şeyleri düşünürüm; boyut olarak o kadar büyük ve sanatsal olarak o kadar görkemli heykelleri ve resimleri hele 17. yüzyılda sıradan bir insanın karşısına koyarsan, insan o yüceliğin altında kedi-köpek boyutunda kaldığı boyut ve sanat aklını aştığı için o dinin de o devletin de kulu kölesi olur.
Roma’nın zaten bizzat kendisi bir açıkhava müzesi; şu caddesinden geçeyim, bu meydanını da göreyim, hiç bilmediğim şu sokağında ne harikalar varmış diye geziyorsunuz. Şehrin ortasında arkeolojik kazı devam ediyor. Üzerine bir de upuzun bir müze listesi... Benim gibiler için aklını yeme sebebi. Dolayısıyla Roma’da kendimi sıkmayacağım, telaş etmeyeceğim diye karar verdim. Zaha Hadid’in ellerinden çıkmış modern sanat müzesi MAXXI’ye giderim, geri kalan vaktimi de şansa bırakırım diye düşünmüştüm. Capitol Tepesi’ni tırmandığımda şans karşıma çıktı...
TANRILARA YAKIN MEYDAN
Önce Capitol Tepesi’nden başlayalım... Roma da İstanbul gibi bir tepeler şehri ve tahmin edin kaç tepesi var... Roma İmparatorluğu’na başkentlik yapmanın koşullarından biri belliki 7 tepe. İşte bu 7 tepeden en yükseği olan Capitol, Roma Forumu ve Campus Martius arasında kalıyor. Milattan Önce 509’da Roma’nın bir nevi (Atina’dan hatırlayacağınız) akropolisi olan bu tepenin şanına yakışır, Romalıların oldukça etkilendiği Etrüsk mimarisinden etkilenerek Jupiter Optimus Maximus Capitolinus Tapınağı inşa ediliyor. Roma tapınak mimarisinin belirleyicilerinden olan bu tapınak, tarih boyunca bir çok defa yanıp yeniden inşaa ediliyor.
16. yüzyıla gelindiğinde, tapınağın yer aldığı, bugün Campidoglio olarak adlandırılan meydanının tasarımı için ilk adım atılıyor ve Papa III. Paul’ün emriyle Michelangelo, tepeyi meydan ve saraylar kurmak için yeniden tasarlıyor. Kiliseye yakın olan Michelangelo, meydanı ve binaların yönlerini, kiliseye bir jest olarak, şehir merkezi olan Roma Forum’a doğru değil, Vatikan’ın yönüne doğru bakacak şekilde tasarlamış. O yüzden şehrin merkezinden yukarı doğru çıkarken Campidoglio’nun arkasına doğru tırmanıyor ve meydanın arkadan dolaşıp önüne geldiğinizde birdenbire mükemmel bir avlu ve görkemli heykellerle karşılaşıveriyorsunuz. Bu görkemin altında, yukarıya, heykellere doğru bakarken o an anlıyorsunuz ki, bugün o meydanda müze olarak önünüze sunulan Capitolini, size içeri girmekten başka bir şans vermeyecek.
DÜNYANIN EN ESKİ MÜZESİ
Müzenin koleksiyonu, dünyanın en ünlü dini yapılarından Vatikan’daki Sistine Şapeli’ni de yaptırtan Papa IV. Sixtus’un 1471’de Roma halkına bronz heykel koleksiyonu hediye etmeye karar verdiğinde oluşmaya başlıyor. Heykeller halka bahşediliyor bahşedilmesine ama aslında eserleri halk göremiyor. Amerikan filmlerindeki, 18 yaşına kadar orada olduğunu bildiğin ama dokunamadığın servet klişesi gibi... Halk, Campidoglio’da şahane bir mirasa sahip olduğunu biledursun, koleksiyon yıllar içinde genişliyor. Sonunda 1734’de Papa XII. Clement, koleksiyonu bu sefer gerçek anlamda halka bahşederek halkın ziyaretine açıyor. Bu açılış dünya tarihine sanatın ilk kez herkese açık hale getirildiği bir hamle olarak geçiyor ve böylece Capitolini Müzesi, dünyanın ilk halka açık müzesi oluyor.
Bu arada koleksiyon o kadar genişliyor ki, yeni eserleri sergilemek için ana binalar olan Palazzo Senatorio ve Palazzo dei Conservatori’nin yanına 1634’de Yeni Saray, yani Palazzo Nuovo üçüncü bina olarak meydana ekleniyor.
GÖRKEMİNDE KAYBOLDUĞUNUZ KORİDORLAR
Musei Capitolini, basit tabirle, insanda “Roma’da Roma’ymış hani!” hissiyatı yaratıyor. Vatikan ile de ilgili aynı şeyleri düşünürüm; boyut olarak o kadar büyük ve sanatsal olarak o kadar görkemli heykelleri ve resimleri hele 17. yüzyılda sıradan bir insanın karşısına koyarsan, insan o yüceliğin altında kedi-köpek boyutunda kaldığı boyut ve sanat aklını aştığı için o dinin de o devletin de kulu kölesi olur.
Heykellerin görkemi, dönemlik değil, sonsuzluğa uzanıyor; bugün de karşılarına geçtiğinde gözleriniz açılıyor. Palazzo dei Conservatori’den turunuza başladığınızda binanın kapısından girer girmez İmparator Konstantin’in size işaret eden dev parmağı ile burun buruna gelip bir hizaya geliyorsunuz. Avluda Colossus of Constatine heykelinin vücudundan kocaman parçaları geçtikten sonra arkeolojik buluntuların arasından yürüdüğünüz tünelin sonunda binanın arkasına, Michelangelo’nun Papa hatrına arkasını döndüğü eski şehir merkezi Forum Romanum’un bulabileceğiniz en güzel manzarasına ulaşıyorsunuz.
Bu manzaradan sonra, müze sizi koridor koridor, oda oda sarıp sarmalıyor. Caravaggio, Titian, Pietro da Cortona, Guercino gibi ustaların başyapıtlarını görürken koridorların açıldığı bir avluda mesela, dev bir Oceanus heykeli ile karşılaşıyorsunuz. Yunan mitolojisinde de geçen, bugün Türkiye’de Gaziantep’ten Efes’e farklı coğrafyalarda benzer anlatımlarla görebileceğiniz suların tanrısı, Roma’nın 6 “konuşan heykel”inden biri. Romalılar, konuşan heykellerin üzerine yöneticiler ile ilgili şikayetlerini yazar, boylarından büyük bu mermer şaheserlere gıybet, şikayet ne varsa iletirlermiş.
Dünyanın en eski kamusal resim koleksiyonunun bulunduğu müzede, büyük salon ve koridorlar; resim, heykel, porselen koleksiyonları içi ayrı ayrı, Filozoflar Salonu, İmparatorlar Salonu, Güvercinler Salonu gibi isimlerle bölünmüş.
Müzede her biri üzerine ayrı birer makale yazılabilecek, dünya sanat tarihine geçmiş birçok şaheser var. Büyük ustaların elinden çıkmış heykeller, zaten odaya girdiğinizde sadece onlara yoğunlaşacağınız şekilde konumlandırılmış. Diana of Ephesus; Lorenzo Bernini’nin elinden çıkmış inanılmaz etkileyici, göz göze gelseniz sizi de taşa çevirebilecek gibi duran mermer bir Medusa büstü; Roma’yı kuran ikizler Romus ve Remulus’un onları emziren dişi kurttan süt emdikleri heykel; bir güç sembolü olarak atı ısıran aslan; odasına girdiğinizde izin almadan mahreme girmişsiniz hissiyatı yaratan, sizi saflığı ve çıplaklığı ile karşılayan Venüs; her biri ayrı dünyada, ayrı odalarda olmak üzere sizi bekliyor. Lahitler, yerlerdeki özel mermer döşemeler derken müzede, imparatorluğun kollarında saatler geçiriyorsunuz.
DÜNYA HARİKASI, İNSAN DEHASI
Sanat, Roma İmparatorluğu’nda Capitolini ya da yakın komşusu Vatikan’da görülebileceği üzere imparatorların, dinin gücünü göstermek için büyük finansmanlarla, acayip görkemli ve güç sembollerinin yüceliği altında ezildiğiniz yer yer ürkütücü bile denilebilecek heykel ve resimlerle bir iktidar aracı olarak kullanılmış. Her ne kadar finansmanını bu otoriteler sağlasa da bu eserleri hayal eden insan dehası ve mermerleri oyup, boyaları karıştırıp yaratan insan elleri... Bir gün “cordonata” merdivenlerinden tırmanın ve karşınıza çıkan, bizim gibi insanların yarattığı görkeme, dehaya aşık olup insanlığa, sanata tekrar inanın.