Dünya işçinin sırtındadır*
Yaşamımızın neredeyse her alanına sirayet etmiş inşaat alanlarının görünmeyen yüzü inşaat işçileri ve emekleri aynı zamanda yaşamımızın her alanında kullandığımız mekânsal formların ‘yabancılaşmış’ fenomenleridir.
Halil Ecer**
Çocukluk yıllarında depremlerle ilgili iki büyük efsane vardı. Birincisi dünya bir öküzün boynuzları arasındadır ve öküz başını salladıkça depremler olur. İkincisi dünya bir balığın sırtındadır ve balık kıpraştıkça depremler olur. Bu iki efsanede geçen hayvanlar ile uzun yıllar boyunca sismografik bilgimizi tazeledik. Bir yerde deprem olduğunda ya balık hareket etmiştir ya da öküz. Yıllar sonra efsanedeki öküzün ve balığın ehemmiyetini daha iyi kavradık. Toplumların yerleşik hayata geçmesiyle, karasal coğrafyalarda öküz, tarımın olmazsa olmazı arasındaydı ve insanların yaşamlarını idare ettirebilmelerinin en büyük gerekliliğiydi. Öküzün tarımdaki fonksiyonu artı ürünün elde edilmesini sağladı ve günümüz kent kavramının ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Öte yandan deniz veya su kenarında kurulan medeniyetlerin başlıca geçim kaynağının balık olması yine öküzde olduğu gibi hayati rol üstlenmiştir. Bu çıkarıma dayanarak uygarlık başlangıçlarında gerçekten de dünya öküzün ve balığın sırtındaydı. O zamanlarda en büyük felaket bu hayati önem taşıyan hayvanların yok olmasıydı.
Feodal üretim tarzından kapital süreçlere geçerken yaşanan sanayi hamleleri hem balığı hem de öküzü işlevsiz kılmıştır. Ve devasa makineler yüklendi dünyayı. Bu makineler aynı zamanda sismografik anlamda da bazı kolaylıklar sağladı hatta bu makineler öküz ve balığın sırtından dünyayı indirip özgür bırakmıştır. Efsane bu ya söz konusu olan balık ve öküzdü. Efsanede dahi balığı tutmak için emek harcayan balıkçıdan ve öküzü koşumlandırıp tarla sürmek için emek harcayan çiftçiden söz etmemiştir. O zamandan beri birçok olay gelişti dünya üzerinde. Çağlar başlayıp kapandı, teknolojiler gelişti, devasa binalar yapıldı, kentler küreselleşti… Bunlar gibi bir sürü olay gerçekleşti. Fakat değişmeyen şey hep aynı idi, bir ‘şey’ ortaya çıkarılırken asıl işi yapanın emeği hep göz ardı edildi. Bu bir yakınma değildir elbette direkt bir şikâyettir.
Genelde günümüz dünyasında özelde ise Türkiye’de yaşamın her alanında yer alan inşaat faaliyetleri kentlerin şantiye sahasına dönmesine neden olmuştur. İlk bakışta anormal sayılmadığı yanılsamasına kapılıyoruz. Bunun sebebi talebe bağlı bir üretim gerekliliği olduğunu düşünmemizdir. Fakat hükümet politikalarının inşaat sektörü üzerine işlediğini gördükçe haklı bir kuşkuya kapılıyoruz. Bunun politik yansımaları veya toplumsal kırılmaların sebep olduğu travmalar elbette çokça gündeme gelmiştir ve üzerine eğilmesi gereken mevzular olduğunun farkındayız. Fakat bu yazının amacı bu inşaat çılgınlığında inşaat işçisinin yeri üzerinedir.
Milyonlarca TL’lik yatırımların konu olduğu yapı, çevre oluşumunda muazzam sermayelerin dolaşımı ve bu dolaşım esnasında sermayenin, kartopunun yuvarlanması gibi büyüyerek gittiği güzergâhtan tekrar sermaye sahibine dönmesi elbette eşitsizlikler doğuruyor. Ve en keskin yarayı bu eşitsizlik durumunun farkında olmayan yapı inşa işçileri almaktadır. Buradaki farkında olamama hali inşaat işçisinin, eşitsizlik basamağının en altında yer alıyor oluşundan kaynaklanmaktadır. Bilinçli bir hareket değildir bu, belli süreçler içerisinde dağılan psikolojisi ve üzerindeki sosyolojik baskının sonucudur. Bir inşaat alanın başlangıcından bitişine kadar inşaat işçisinin dış dünya ile kopan/koparılan yaşamı, bir şantiye sahasına hapsedilmiş bedenden ibarettir. Elbette ki bu durumda işçinin farkında olmasını beklemek tüm disiplinlerce abes görülen bir durumdur. Bu durumun ortaya çıkmasını sağlayan şey nedir?
Yoğun emek gerektiren çalışma saatleri dışında yapabileceği sosyal aktivitelerin sınırlı oluşu, inşaat faaliyeti boyunca süreklilik arz eden aynılık durumu ve çetele ya da puantaj sistemine dayalı bir sürecin sonunda duyularına yabancılaşmış bir inşaat işçisi profilinin karşımıza çıkması, topluma ve haklarına yabancılaşmış bir birey kimliğinden başka bir şey değildir. Sorgulaması veya reddetmesi beklenemez, ortaya örgütlü bir işçi profili çıkarması beklenemez. Çünkü bir işçinin emeğinin görünmemesi aynı zamanda bir tehdidin görünen yüzüdür. Görünmeyen yüzü ise işsizliğin korkutucu derecelerde olduğu ülkede ikame emek ihtiyacının kolaylıkla sağlanmasıdır. Yani eğer tüm sosyolojik ve psikolojik durumları yok sayıp bir işçiden haklarını araması hususunda bir hareket beklersek o kötü şartlarda çalışmak isteyen ya da çalışmak zorunda olan binlerce işçi vardır. Yani eşitsizliğin oluşturduğu bir rekabet ortamı mevcuttur. Bu rekabet ortamı eşitsizliğin daha da artmasına ve bir tufan sessizliğinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bir inşaat işçisinin mücadele etmesi gereken birçok olgu vardır. Yaşam kaygısı, yoğun çalışma saatleri, emeğinin sadece ufak bir bölümüne karşı ücret alması, elinde olan işini kaybetmeme uğruna tüm düzensizliğe sessiz kalması, dış dünyadan kopuk yaşaması vs. tüm mücadele olguları, işçinin kendi kabuğuna çekilmesine ve olaylara karşı tepkisiz kalmasına sebep olmuştur.(1)
Öte yandan tüm bu zorluklarına karşın sadece işçinin emeği üzerinde yüksek kazanç sağlayan taşeron, işin emek boyutuna karışmayıp taşeron üzerinden kazanç sağlayan müteahhit, işin sadece süreçlerini kağıt üzerinden takip edip müteahhit üzerinden kazanç sağlayan alt yüklenici firmalar, işi bir bütün şekilde alıp alt yükleniciler arasında dağıttıktan sonra her alt yüklenici üzerinden kazanç sağlayan ana firma, ana firmanın yapı inşa ihalesini kazanmasını sağlayan ve bu ana firma üzerinden kazanç sağlayan yerel yönetim elemanı…. Ve bu liste uzadıkça uzar. İşçiyi listenin en üstüne yazmamız onun en yüksek kazanç sahibi olduğu anlamına gelmemeli buradaki hiyerarşi, yapı inşasında en fazla emek harcayandan en az emek harcayana doğru uzanan bir çizgidir. Ve görünür olma hiyerarşisi bu tablonun tam aksinedir yani işçi ve emeği görünmeyen olandır.
Yaşamımızın neredeyse her alanına sirayet etmiş inşaat alanlarının görünmeyen yüzü inşaat işçileri ve emekleri aynı zamanda yaşamımızın her alanında kullandığımız mekânsal formların ‘yabancılaşmış’ fenomenleridir. Mekânsal yapı oluşumların her safhasında yoğun emekleri ile var olan bu işçiler nasıl oluyor da sosyal yaşamın hayaletleri olabiliyor? Yazının başındaki efsanelere dönecek olursak değişen ve dönüşen zamanda dünyayı bir yere konumlandıracaksak bu hiç şüphesiz işçinin emeği olur. Efsanelerde dünyanın üzerinde durduğu öznenin herhangi bir hareketinde depremlerin gerçekleştiği anlatılırdı. Yeni düzende yapı işçilerinin herhangi bir hareketinde fiziksel değil fakat toplumsal depremlerin gerçekleşmesi çok muhtemeldir. Çünkü ülkenin ekonomik sistemi içerisinde inşaat olgusu önemli bir yer kaplamaktadır. Gerek iş gücü bakımından gerek inşatta kullanılan malzemelerin üretiminden, transferinden ve en nihayetinde sermaye dönüşümünü sağlamasına kadar çok çeşitli iş kollarının ayakta kalmasını sağlıyor. Özellikle yapı çevre üretiminin revaçta olduğu günümüzde hayata geçirilmiş veya geçirilmesi planlanan projelerin uzun vadeyi kapsaması hem mevcut zamanda hem de gelecekte önemli rol oynuyor. Tüm bu proje veya politikalar bağlamında inşaat olgusunun ülkede uzun yıllar etkili olacağı görülmektedir. Fakat bu bir yerde tıkanacak; tarihsel süreçler içerisinde baktığımızda böyle olmuştur. Bu bitme sürecinde toplumsal kırılmaların en büyük sebebi dış çevre ile bağlarını kaybetmiş, tükenmişlik hissine kapılmış ve topluma yabancılaşmış bir nüfus olgusu olacaktır. Bu sebepten dolayı yapı inşa işçilerinin günümüzdeki durumuna kayıtsız kalınırsa sonuçlarını tahmin etmek zor olmayacaktır. Toplumsal eğilimlerin belirsizliği bu tür durumların varlığına ispattır.
(1) Ayrıntılı olarak bkz. http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/9301/insaatta-emek-surecleri-ve-is-kollari-dagilimi#.XE-Zm1wzY2w
* Bu yazı Birikim Dergisinin Ocak (2019) sayısında çıkan ‘Emek Süreçleri ve İş Kolları Dağılımı’ yazısından mülhemle yazılmıştır.
**Yazar/Mekan-toplum uzmanı