Dünya Kupası’ndan Süper Lig’e: Shire’ın neşesinden Mordor’un karanlığına dönüş

Süper Lig resmen geri döndü, hem de zıpkın gibi. 39 faul, yedi sarı kart ve bir kırmızı kartla. Uzatmalarla toplam 110 dakika süren, ama topun yalnızca 50 dakika oyunda kalabildiği bir maçla. Mordor’da futbol böyle oynanır. Neredeyse unutmuştuk, hatırlattılar.

Onur Özgen oozgen@gazeteduvar.com.tr

Hayli tatmin edici bir Dünya Kupası deneyiminden hemen sonra, hiç ara vermeden yerel liglerin geri dönmesi ilk defa yaşadığımız bir şey. Her zamankinden çok maça maruz kalacağımız bu dönem, tüm dünyadaki futbolseverler için kuşkusuz bir alışma süreci isteyecektir. Ama Türkiye’de işimiz biraz daha zor olabilir.

Dünya Kupası’ndaki futbol seyirliğinin beklentilerin çok üzerine çıkması, hâliyle seyirciler olarak eşiğimizi epey yükseltti. Şimdi Süper Lig’in bildiğimiz hâllerine yeniden alışmak zorundayız ve bu elbette kolay olmayacak. Sanki başka bir evrene geçiş yapmış gibiyiz. Herkes kendine mukayyet olsun, çünkü neşeli Shire diyarından Mordor’un kasvetli karanlığına geri döndük. Yeniden kendi topraklarımızdayız.

Bunu daha maç başlamadan, seremonide açılan dev bir pankartla hemen idrak ettik. Pankartta hem Osmanlı padişahlarından hem de cumhuriyetten bahsediliyordu. Ayrıca haddini bilmekten, vatanın bölünmezliğinden, mertlikten, namertlikten, Türklükten de dem vuruluyordu. Aynı ülkeden iki futbol takımının karşılaşmasında konunun bunlarla nasıl bir ilgisinin olabileceğinin ise elbette akıl ve mantıkla bir izahı yoktu. Buralarda pek çok şeyin olmadığı gibi.

AVCI’NIN PRAGMATİST AKILCILIĞI

Neyse ki sahada kolayca tarif edebileceğimiz, akla dayanan şeyler de vardı. Trabzonspor’un maç planı gibi. 

Abdullah Avcı maç önü demecinde Fenerbahçe’nin çok net bir oyun planının olduğuna, güçlü ve güçsüz yanlarını iyi bildiklerine, bilhassa preslerinde neler yapacaklarını çalıştıklarına ve hem oyunda hem de oyuncu profilinde bazı şeyleri değiştireceklerine dikkat çekmişti.

Daha ilk birkaç dakikadan itibaren ne yapmak istedikleri net olarak görüldü: Rakibin presini kırıp savunma arkasına sızmak. Biri Fenerbahçe’nin güçlü yanı, diğeri zayıf yanıydı. İkisi için de izledikleri yöntem ise geriden oyun kurmayı reddedip uzun toplarla çıkmaktı. Bu sayede hem Fenerbahçe’nin şiddetli ön alan baskısına yakalanmayacaklar hem de kendi kalesinin en az kırk metre uzağındaki savunma hatlarının arkasına geçme şansları olacaktı.

İkincisini ilk yarı boyunca hiç gerçekleştiremediler. Ama Trabzonspor’un uzun toplarla hücuma çıkma tercihi, Fenerbahçe’nin prese dayalı oyununu işlevsizleştirdi ve onları kendi planlarından tamamen kopardı. Jorge Jesus’un ise Avcı’nın bu hamlesine karşı iki cevabı olabilirdi: Ya kendi planında ısrar edecek ya da farklı bir şey deneyecekti. Birincisini seçti.

JESUS’UN DEĞİŞMEZ PRENSİPLERİ

Futbolda kabaca iki tür takım olduğu söylenebilir: Birincisi; birçok plana sahip olan ve rakibe göre esneyebilen takımlar. İkincisi; kendine ait bir planı olan ve rakipten bağımsız olarak o planı kusursuzlaştırmaya çalışan takımlar. Jesus’un Fenerbahçe’si de açık olarak ikinci kategoride yer alan bir takım.

Her şeyin olduğu gibi bunun da olumlu ve olumsuz yanları var elbette. Olumlu yanı, bu sayede kolay kolay eğip bükemediğiniz bir takım olmaları. Olumsuz yanıysa sahada işler yolunda gitmediğinde farklı bir yola girmeyi reddetmeleri ve zaman zaman bunun bir çözümsüzlüğe neden olabilmesi. 

Jesus’un yerinde bir pragmatist olsaydı, dün akşam muhtemelen presten tamamen vazgeçer ve takımını geri çekerdi. Bu sayede Trabzonspor’u topla baskı kurmaya ve kendi alanını boşaltmaya davet ederdi. Ardından kendi yarı sahasında kazanacağı toplarla da rakibini hazırlıksız yakalamaya çalışırdı. İlerideki Michy Batshuayi ve Joshua King’in yetenekleri de böyle bir plana layığıyla hizmet etmeye uygundu.

Ama Jesus bunu tercih etmedi. Hiçbir zaman etmeyecek de. O, kazanma yolunu açıkça belirlemiş teknik direktörlerden. Hâliyle nasıl kazanmak istiyorsa öyle kaybetmeye de razı. Bu zaman zaman, özellikle takımı kaybettiğinde bir tutuculuk olarak görülebilir. Ama aynı zamanda ilkelerine bağlılık olarak da görülebilir. Nereden baktığımıza göre değişir. Hayattaki her şeyde olduğu gibi.

YİNE BİR KIRMIZI KART

Fenerbahçe rakiplerine fiziksel olarak üstünlük kurmayı deneyen, bu yolla sonuca ulaşmak isteyen bir takım. Lâkin dün akşam bunu başaramadı. Kendi fiziksel kalitelerinde bir düşüş yoktu belki, ama Trabzonspor her zamankinden çok daha agresif ve enerjikti. Bilhassa uzun topların ardından savunmadan seken ikinci topları çok iyi topladılar. Rakiplerine ikili mücadelelerde ciddi bir üstünlük kurdular. Bunda Miguel Crespo’nun bireysel olarak en kötü maçlarından birini çıkarmasının da payı vardı.

Portekizli orta saha oyuncunun ikinci yarının başında oyun dışı kalması da Jesus’un maç sonunda söylediği gibi Fenerbahçe adına maçın dengelerini çok değiştirdi. Ama kırmızı karttan önce de Fenerbahçe için sahada olumlu giden herhangi bir şey yoktu. Sarı-lacivertlilerin üst üste üçüncü maçında kırmızı kart görmesiyse elbette büyük bir sorun. Bunda oyuncuların kontrolsüzlüğünün de payı mutlaka vardır. Ama bu aynı zamanda Jesus’un agresif futbolunun doğal bir sonucu olarak da görülebilir.

Sonuç olarak dün akşam Trabzonspor hak ettiği bir galibiyet aldı ve şampiyonluk yarışına yeniden ortak oldu. Fenerbahçe’yse zirvede önemli bir avantaj kaybetti. Jesus elbette bunu kırmızı karta bağlayabilir, etkisi de mutlaka olmuştur, ama ne olursa olsun Dünya Kupası’ndan iyi dönemedikleri de aşikâr.

Süper Lig ise dün akşam itibarıyla resmen geri döndü, hem de zıpkın gibi. 39 faul, yedi sarı kart ve bir kırmızı kartla. Uzatmalarla toplam 110 dakika süren, ama topun yalnızca 50 dakika oyunda kalabildiği bir maçla. Mordor’da futbol böyle oynanır. Neredeyse unutmuştuk, hatırlattılar.

Tüm yazılarını göster