Dünya Kupası’nın neşesi geri döndü: Hoş geldin Brezilya

Yıllardır Avrupalı gibi kazanmak isteyip bir şey elde edemeyen ve sonunda kendi kimliğini kaybeden Brezilya, dün akşam ise bir maçtan çok daha fazlasını kazanmış olabilir. 

Onur Özgen onurozgen13@gmail.com

Televizyonda Brezilya'nın maçı varsa Dünya Kupası başlamış demektir. Kırk yedi ayda bir gerçekleşen bir futbol mucizesi, o sarı formayı, mavi şortu ve beyaz konçu bir arada gördüğümüz an kendi doruğuna ulaşır. Yine öyle oldu.

Bunun gerçekten bir Dünya Kupası olup olmadığını merak ederken, Brezilya tam zamanında çıkageldi. Üstelik bu defa özlediğimiz Brezilya’ya çok yakın bir hâlde.

Hücum ve savunma, bireysellik ve kolektiflik, yetenek ve örgütlülük, doğaçlama ve strateji, akıl ve duygu… Brezilya yıllarca bu zıtlıklar arasında salındı durdu. Kendisini birinden birini tercih etmek zorunda hissetti ve kararını kendi köklerinden uzaklaşıp Avrupa futbolunun değerlerini benimsemekten yana verdi. 

Para ve uluslararası tanınırlık için erken yaşta Avrupa kulüplerine transfer olan birbirinden kabiliyetli Brezilyalı futbolcular, Avrupalılara kendilerini kabul ettirmek içinse bunun yeterli olmadığını fark ettiler. Oysa onları farklı kılan şey sanatları ve futbol oynamaktan aldıkları keyifti. Zaten bu sayede astronomik ücretler karşılığında Avrupa’ya geçiyorlardı. 

Ama burada eğlenmek sanki ayıp bir şey gibiydi, önemli olan tek şey sonuç almaktı. Dolayısıyla uyum sağlamak zorundalardı. Sağladılar da. Önce mekanikleştiler, ardından sıradanlaştılar.

Oysa farklı kültürler arasında bir denge bulmak her zaman için mümkündü.

TOSTAO’DAN DERSLER

1970 Brezilya'sının sahte dokuzu Tostao, iki yıl önce verdiği bir röportajda, “Takımınız bu kadar derin izler bırakmayı nasıl başarmıştı?” sorusuna, “Bireysel yeteneklerin, organize ve taktik disiplinli futbolun temelini oluşturan kolektif yetenekle birleşmesiyle” cevabını vermiş ve şöyle devam etmişti: “Biz, futbolun çok dağınık olduğu bir zamandan geldik: Savunma, orta saha ve hücum hatları hiçbir zaman birbirleriyle uyum içinde hareket etmezdi. Takımlar oldukça izoleydi. 1970 Dünya Kupası'nda ise daha kolektif bir futbola dâhil olduk. Aramızda bir koro uyumu vardı. Bu uyum, oyuncuların fantezileri ve bireysel kapasiteleriyle birleştirildi.”

Yıllar sonra ise Brezilya yeniden köklerine dönmeye karar vermiş gibi görünüyor. Aslında teknik direktör Tite’nin seçtiği 26 kişilik kadronun 22’si yine Avrupa’dan. Dünya Kupası’nda İngiltere’den sonra en fazla Premier Lig oyuncusuna sahip olan takım Brezilya; tam 12 oyuncuyla. Ama bu oyuncular, kendilerinden önceki nesiller gibi Avrupa’da gördüklerini Brezilya’da öğrendiklerine değiştirmeye o kadar hevesli değil. Tostao’nun söylediği gibi, birleştirmenin peşindeler.

Arsène Wenger, “Profesyonel oldunuz diye topla oynamanın verdiği keyiften ödün vermeniz gerekmez” der. Brezilya’nın birbirinden yetenekli ve kendine özgü hücum oyuncuları da öyle yapıyorlar; ödün vermiyorlar. Neymar, Vinicius Junior, Richarlison, Gabriel Jesus, Raphinha, Antony, Gabriel Martinelli, Rodrygo… Her biri kolektif olarak üzerlerine düşen görevleri unutmaksızın, yaratıcılıklarını gösterebilmek için risk alıyorlar, özgürce çalım atıp topla oynuyorlar. Hatta bazen fazla bile oynadıkları oluyor, başta Neymar olmak üzere. 

HÂLÂ BÜYÜK BİR DÜŞÜNÜRLERİ YOK

Bu Brezilya’yı tarihteki en iyi Brezilya'larla karşılaştırdığımızda, eksikler hâlâ var. Yine Tostao’nun deyimiyle, savunmayla orta saha arasında harika bir oyuncu olan Casemiro’ya ve orta sahayla rakip kale arasında harika bir oyuncu olan Neymar’a sahipler, ama bu ikisinin arasında bir boşluk var. Orta sahada hâlâ Gerson, Falcao, Cerezo, Rivelino gibi büyük düşünürleri yok. Çok iyi top süren, harika çalımlar, şutlar, goller atan oyuncuları var, ama orta sahada tempoyu belirleyecek bir top ustaları hâlâ yok. 

Biraz da bu yüzden Sırbistan’a karşı ilk yarıda üstünlüklerini kabul ettiremediler. Tempolulardı, ama dengeli değillerdi. Yaratıcılıkları Sırpların sıkı ve sert savunması karşısında sönümlendi. İkinci yarıdaysa daha kararlıydılar, baskılarını artırdılar. En uçta Gabriel Jesus olsa daha mı iyi olur diye düşünürken, Neymar’ın çalımlarını Vinicius’un gelişine şutu izledi ve ardından kaleciden seken topu Richarlison’un iyi takibi sayesinde ilk gol geldi. 

Sonra ikinci gol… Tam bir Dünya Kupası golü. Her şeyiyle bir Brezilya golü. Ayağının dışıyla bir orta, olağanüstü bir ilk dokunuş ve havada harikulade bir bitiriş. Yıllar sonra Katar 2022'yi bu golle hatırlayacağız. Ama bu sadece bu turnuvaya ait olmayacak, tüm zamanların en iyi Dünya Kupası gollerinden biri olacak. 

'EVE DÖN, KALBİNE DÖN, ŞARKIYA DÖN'

Dünya Kupası’nın beşinci günü, köklerine saygı ve aslına dönme günüydü. 

Günün ilk maçında, on birindeki yedi oyuncusu göçmen çocuklarından oluşan İsviçre, Kamerun’u tek golle yendi. Hem de Kamerun’da doğan Breel Embolo’nun golüyle. Embolo golden sonra iki elini yukarı kaldırdı; sanki bunu sadece yapması gerektiği için yaptığını söylemek ister gibi ve sevinmedi.

Akşam maçında, Gana, Portekiz’e karşı bir sürpriz kovaladı. Amaçlarına ulaşacaklardı da; şayet son dakikada Portekiz kalecisi Diogo Costa’nın arkasında sinsice kendisini unutturan ve Costa oyunu kurmak için topu yere bıraktıktan sonra ansızın ortaya çıkıp topu alan Iñaki Williams’ın ayağı son anda kaymasaydı. 

Kardeşi Nico’nun aksine doğduğu İspanya’yı değil, ailesinin köklerinin bulunduğu Gana için oynamayı seçen Williams, önceki gün The Guardian’dan Sid Lowe’a verdiği harika röportajda, Gana’yı tercih ettiğini, çünkü bunun köklerine, kültürüne ve ailesinin telkin ettiği şeylere yaklaşmasını sağladığını söylüyordu. Bir de o golü atabilseydi, ilk Dünya Kupası maçında muhteşem bir anıya sahip olacaktı.

Günün son maçında ise bu defa Brezilya için köklerine dönme zamanıydı. 

Estetiğin karşısına sonuç almayı koymak yerine, estetik bir şekilde sonuç almanın zamanıydı. 

Pele ve Garrincha’yı, Zico ve Socrates’i, futbolun en güzel kazananlarını ve kaybedenlerini hatırlamanın zamanıydı. 

Dünya Kupası’na neşesini geri vermenin zamanıydı.

Tüm yazılarını göster