“Oyuncak dünya, oyuncak dünya
Bu oyun çok kolay, sen de oyna
Kır ve dök, yap ve boz, yeniden başla
Hepimiz çocuklarız aslında…”
Yavuz Çetin’in “Oyuncak Dünya” adlı şarkısında geçiyor bu
sözler, şarkıda dünyadan oyuncak olarak söz edilirken, dünya
sahnesinde insan, çocuk olarak düşünülüyor, var olmak da bir tür
oyun olarak tahayyül ediliyor; kırıp, döküp, yapıp, bozup baştan
başladığımız, yaşadığımız yer olarak dünya, yaraladıkça
yaraladığımız gezegen. Kocaman, soyut, ilkokulda elimizle tutup
çevirdiğimiz küredeki, dağlarını, ovalarını, nehirlerini,
denizlerini elimizle okşadığımız, başka yerlerinde olma hayali
kurduğumuz o yer. Üzerinde yaşadığımız halde, bir yabancılık hissi
de var dünyaya dair, kafamızda uzak bir yer imgesi. Bunun nedeni
onu tahayyül edemeyeceğimiz kadar büyük bir şey olarak görmek,
belki de onu o “küre” görüntüsüne konumlamak. Bir şeyi konumlamak,
onu belli sınırlara koyup tek ve sabit olarak kurmak anlamına
gelebiliyor. Bu büyük gezegen, üzerinde yaşadığımız yer dünya tek
mi? Oysa bence dünyayı o küre görüntüsünden kurtarabilirsek,
çoğaltabilirsek başka anlamlar üzerine düşünebiliriz. Tek tek
hepimizin bir dünyası olduğunu kabul etmekle başlanabilir buna.
Herkes yaşadığı şey ne ise, orada kendi dünyasında olmuyor mu
zaten? Bir okulun, bir fabrikanın, bir evin, bir ülkenin, bir
topluluğun kendi dünyasından söz edilemez mi?
Dünya dediğimizde aklımıza gelen bir şey de arzuladığımız başka
dünyadır. Mümkün başka bir dünyanın olabileceğini biliriz, dünyanın
hâli kötüye gittikçe biz o başkasına ulaşmaya çalışırız,
değiştirmek isteriz, bir ideal olarak önümüzde durur bu düşünce.
Bir şeyi ideale dönüştürdüğümüzde de sorunlu bir yan ortaya çıkar
çünkü bu bizi kusursuz bir şey arayışına iter. Kusursuz herhangi
bir şey mümkün olur mu peki? Bu biraz zor fikrimce, başka bir
dünyayı arayan tür olan insan da kusursuz, tam bir varlık değildir,
eksiktir çünkü. Zaten başka dünya arayışı biraz da insanın elinde
bulunan dünyaya tavrıyla ilgilidir değil mi? Bunun anlamı elbette
başka olanı hayal etmeyi bırakmak değil. Burada sorun olarak ele
almaya çalıştığımız şey; tek, evrensel, ideal bir dünya aramak,
dünyayı değiştirmek hakkında fikirlerimizi devreye soktuğumuzda
karşılaştığımızın ne olduğunu biraz açmak.
Alain Badiou’nun “Dünyayı nasıl değiştirmeli?”(1) sorusundan
yola çıkarak meseleyi tartışabiliriz. Düşünür soruyu cevaplamak
için önce dünya adının ne anlama geldiğini düşünmek gerektiğini
hatırlatır ve meseleyi 2012 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde
gerçekleşen Occupy Wall Street hareketinden başlayarak ele alır.
"Bu hareketin amacı neydi, tüm dünyayı kapsayan bir direnişe
dönüşmek miydi?" sorusunu sordurur. Badiou bu soruyu şöyle
cevaplar: “Belki de Batı dünyamızın büyük şehirlerini dolduran genç
erkeklerin ve genç kadınların hüzün verici, güvenden yoksun
yaşamına, itiraz etmekteydiler. Bu durumda, meseleleri dünyayı
‘değiştirmek’ değil, birkaç gün ya da hafta boyunca, kolektif
varoluşumuzda yanlış giden ve mutsuzluk yaratan bir şeylere etkin
biçimde tanıklık etmekti.” Occupy Wall Street’in direnen
öznelerinin kendi dünyalarına ait sorunları vardı, güvencesiz bir
yaşama, varoluşlarını etkileyen düzene bir itirazdı bu. Dünyadaki
anlık kopuş hareketlerinin çoğu için de bunu söyleyebiliriz belki.
Sarı Yeleklilerin, Black Lives Matter eylemlerinin, Gezi’nin,
Meksikalı kadınların işgal eylemlerinin ve bu hareketlerin
öznelerinin itirazı kendi dünyalarına dairdi. İdeal bir dünyayı
hedeflemekten çok yaşamın o ânına yönelik direnişlerdi. Böyle bir
durumda da tek bir dünyadan söz edemeyeceğimiz açık ama tek tek
dünyaların birbirini etkilediği tüm dünyayı kapsadığı bir direnişe
itirazımız olmaz elbette. Ancak her dünyanın kendince geliştirdiği
itirazları olabileceğini kavrarsak, bu bizi hem dünyayı tek olarak
kurtarılacak bir şey olarak düşünmekten kurtarır hem de
sonrasındaki değişim beklentisi herkesin yaşamına etki eden bir
şeye dönüşmediği için yaşanması muhtemel umutsuzluk ve hayal
kırıklığının önüne geçer.
Badiou’nun dünya kavramlaştırması üzerinden devam edersek,
düşünür dünyayı beş farklı şekilde ayırt ediyor ve bizim
başlangıçta bahsettiğimiz tek elimizle tuttuğumuz şeyi farklı
şekillerde tahayyül edebiliyoruz böylece. Düşünüre göre, ilk olarak
“bizim iç temsillerimizin/tasarımlarımızın, tutkularımızın,
kanaatlerimizin, anılarımızın iç dünyası vardır: Bedenleri ve
zihinleriyle bireylerin dünyası…” Tek tek her bireyin kendi yaşam
sürecini içeren bir dünya burada bahsedilen; benim, senin, onun
dünyası. Yaşamından, anılarından, arzularından, beklentilerinden
oluşan bir dünya. Böyle değil mi gerçekten, kendimize ait
benliğimizin dünyasıyla toplum içindeki benliğimizin bile ayrı bir
dünyası yok mu? İkinci olarak “kapalı grupların oluşturduğu
kolektif dünyaları tanımlayabiliriz: Ailem, mesleğim, dilim, dinim,
kültürüm ya da ulusum. Bu dünyalar sabit bir kimlikten
bağımsızdırlar.” Aile dediğimizde herkesin kendi ailesinin dünyası,
din dediğimizde o dini benimseyenlerin, onun ritüellerini yerine
getirdikleri dünya, içinde yaşadığımız topluluğun getirdiği
kültürlenme, bunlar hakkında düşünürsek hepsinin kendilerine has
yanlarının olduğu bir dünyadan söz edebiliriz. “Aynı şekilde bütün
tarihi de dünya olarak düşünebiliriz. Söz konusu olan ne kapalı bir
grup ne de sabit bir kimliktir, çok sayıda ve önemli farklılıklar
içeren açık bir süreçtir” diye devam ediyor Badiou. Tarihin her
ânının kendi dünyasından söz edilebilir, her dönemin içinde bir
dünya vardır, bize kalan o dünyadan, şimdiki dünyaya dair neleri
tahayyül edebileceğimizdir, tarih pek çok kimliği, pek çok olayı
içerir. İçerdiği her şeyin de farklı, kendine has, dönemine özgü
dünyası vardır. Badiou dördüncü olarak dünyayı şöyle ifade ediyor:
“Yine taşlarla, bitkilerle, hayvanlarla, okyanuslarla vs.
paylaştığımız, doğal bağlamımızı, doğa içindeliğimizi de hesaba
katabiliriz. Bu dünya bizim küçük dünyamızdır”. Belki de bunu şöyle
düşünmek daha doğru olabilir “bizim küçük dünyamız”daki her oluşun
kendi ayrı bir dünyası. Her taşın, her böceğin, her ağacın kendi
farklı dünyaları, böyle düşündüğümüzde o “bizim” olmaktan da çıkar
ve daha çeşitli ve kapsamlı bir dünyayı tahayyül edebiliriz. Son
olarak, “evren, yıldızlar, galaksiler, kara delikler vardır…”
Badiou’nun dünyalar fikri başka başka dünyaları hayal edebilmemize
izin veriyor, böylece dünyayı tek, o en başta bahsettiğimiz
kocaman, soyut, sabit şey olma hâlinden çıkarıyoruz. Yaşadığımız
yeryüzü olarak dünya tek bir yer olarak düşünülebilse de onun
aslında kendi içinde çokluk taşıdığını görüyoruz. Bu çoklukla nasıl
ilişkilendiğimiz ise üzerinde yaşadığımız yer olarak dünyanın nasıl
bir yer olacağını belirliyor.
O aradığımız, başka olan yer burada belki ama bizim öncelikle
dünya içindeki başka olanla nasıl yaşayacağımızı bulmamız
gerekiyor. Her dünyayı kendi varlığıyla, kendi ânıyla tanımak, tek
tek bireylerden, tek tek doğa varlıklarından, tek tek tarih
anlarından, tek tek dillerden, tek tek dinlere, herkesi kendi
dünyasında tahayyül edebilmek kıymetli olurdu. Ve bu dünyaların
kendileri olarak katılabildikleri ortaklık, o zaman dünyanın
çokluğu kendi içinde bütüne erişirdi.
Dipnot
- Badiou, A., (2015), “Gerçek Mutluluğun Metafiziği”, s.
52-54, (Çev. Murat Erşen), İstanbul: Monokl.