İyi seneler, değerli okurlar… Yoksa geç mi kaldım?! Galiba…
Doğrusunu isterseniz, ne yapacağımı bilemediğimden bir türlü
klavye başına geçemedim. Yok, yani geçtim de… olmadı. Hernekadar
artık basın değil “medya” kimliğine bürünmüş, ağzı gözü yamulmuş
olsa da Türkiye basınının bazı gelenekleri yararsız değildi. Ucu
“bize” dokunan herhangi bir özel sebep bulunmadığı sürece
dünya meseleleriyle ilgilenmeme, şüphesiz, bu faydalı geleneklerden
değildi. Ancak bu geleneğin dayattığının aksine, merak ve ufuk
sahibi olanlar ya da etraftakilerin dünyaya yönelik merak dozu
sıfırın altında seyrettiğinden, az buçuk yabancı yayına göz
atmışlığın verdiği yetkiyle kaleme sarılanlar, yıl sonlarında-yıl
başlarında bazı toparlama, hatırlatma, değerlendirme, hattâ öngörü
girişimlerinde bulunurlardı. Ben ve akranlarım gibi, medya öncesi
basın ortamında yetişmiş olanlar, her yıl biterken, yenisi
başlarken, aklımız fikrimiz, bilgimiz gücümüz yettiğince bir “neler
oldu-neler olacak?” dökümüne meylederiz.
“Madem öyle, yapsaydın ya işte böyle!”
Demesi kolay, muhteremler. Yapmasıysa zordu. Zira, gerisinde
yalnız ve yalnız başkalarına hayat hakkı tanımama sapkınlığı yatan
ve aslında dinle falan uzaktan yakından alâkası olmayan bütün o had
bilmez şımarıklığa, tahakkümcü yaygaraya rağmen, insanlar yeni bir
yıl başlarken ister istemez bazı umutlara, hayallere kapılırlar.
Milyonlarca insan için bu, yaşam içerisinde gösterebildikleri
yegâne olumlu manevî gayret de olabilir. “Yeni yıl”, fikir olarak,
duygu olarak, ihtimal olarak… insanlarda iyimser beklentiler
yaratan bir kavram. Başımızdaki belalar ve bizi bekleyen yenileri
ne olursa olsun, insanlar içlerinden iyi şeyler dilemek isterler bu
vesileyle.
Bizim son birkaç yılda, adaletsizliği, hukuksuzluğu, hayatın her
hücresine yayılan zorbalığı, savunmasız sıradan insanı hiçe sayan,
azmış, kudurmuş yerli-millî soygun düzenini bir an için yok saysak
bile, sırf üç yılda beş-on katına yükselen fiyatlar yüzünden
düştüğümüz sıkıntı, gerçi, her türlü iyimser beklentiyi kapı
dışında bırakmaya yetiyordu, yeni yıl yaklaşırken. “Evimize
barkımıza da mı elkoyacaklar!” endişeleri dahi ortalıkta serbestçe
dolaşmaya başlamıştı. İmalat endişe değil yani, gezen endişe.
Doğal. Katkı maddesiz. Yumurtanın 90 kuruştan 9 liraya çıkışına
tanık olmak -mâruz kalmak!-, gayet ciddî travma sebebidir. Ve biz
yumurtayla, ekmekle falan sınırlı kalmayan, pek ağır darbeler
aldığımız travmatik bir sürecin ortasındayız.
İşte bu yüzden, kapalı havada gün ağarırken ufkun üzerindeki
incecik çizgiden ibaret ve birazdan kaybolacak o aydınlık gibi de
kalsa, yeni bir yılın başlayacağı hissinin herkesin gönlüne
serpebileceği üç-beş damla ferahlık, kolay gözden çıkarılabilir şey
değildi.
Oturup “yeni yılda bizi şunlar şunlar bekliyor” yazısı
toparlamaya bu yüzden içim elvermedi. Oysa bizim gibi, etrafta olan
biteni izlemeye, yakın gelecekte olabilecekleri öngörmeye uğraşan
gayretkeşlerin elbette dikkat çekme, uyarma görevi var. Çünkü ufku
tozutan uğursuz kara orduyu başka türlü durduramayız.
Maalesef öyle bir kara ordu yaklaşıyor. Evet, tankları,
uçakları, bombaları, ileri teknolojileri, gözü kararmış askerleri
de var bu ordunun. İcabında kullanıyor. Ama esas, şenlikli cep
telefonları, akıllı evleri, arabaları, kullanıcıları, tüketicileri
asla gerçek sorumlularla muhatap etmeyen robotik sistemleri,
yakında insanın her zerresini çözmüş ama derdini umursamayan yapay
zekâ mekanizmalarıyla muhatap bırakılacağımız planları projeleri
var. İnsan toplumunu artık açıkça adını koyarak makbul insanlar ve
ötekiler diye tasnif edip buna göre yaşatmaya yönelik hesaplar,
girişimler var. Dünyanın itilip kakılanları bugünkü gibi, sadece
Akdeniz’de ellişer yüzer boğulan, hiçbirşeysiz göçmenlerden ibaret
kalmayacak. Bugün hiç de en yoksullar arasında yeralmayan ülkelerin
şehir merkezlerinden dışarı sürülmeye başlanan orta sınıfları
dahil, Batı’nın beyaz yaşlıları dahil birçok kesim “gereksizler”
sınıfına sokulacak, buna göre muamele görecek. Almanya’da
faşistler, Almanya vatandaşı olmuşlar dahil bütün “yabancıları”
Afrika’ya sürme planları yapıyor.
Şimdi daha fazlasını üstünüze boca etmeyeyim. Önümüzdeki
günlerde bunları bol bol konuşacağız. Dünyanın birçok yerinde,
“insan gibi yaşama” derdi olanlar harıl harıl bu mevzularla meşgûl.
Bizim kafayı takmamamız normal. Çünkü, ne denmiş: Biz bize
benzeriz. Bu acayiplik yetmiyormuş gibi, evvelâ “şu çılgın
Türkler”, bilahare elçi tokatlayan Abdülhamit ve İHA’lar SİHA’larla
süslü “bizimki fetih medeniyeti” sosuyla hepimiz kendimizden
geçtik. Aymazlık ve salaklıkta yarışabiliriz, ancak bu bize puan
getirmiyor.
İnternet dünya ahalisini hiçbir dönemde görülmemiş ölçüde,
derinlikte, yaygınlıkta bütünleştirdi. Bu, hep birlikte daha iyi
yaşama yolları arama ve birlikte davranabilme konusunda eşine
rastlanmamış imkânlar yaratıyor. Ancak bir yandan da, giderek
daralan bir egemenler çemberinin her şeyi kontrol edebilmesine
zemin hazırlıyor. Üstelik, dünya egemenlerinin gerçekte
yapabildiklerinden çok daha fazlasını denetleyebildikleri
izlenimini güçlendiriyor. Pekâlâ yeni dünya görüşleri, yaklaşımlar,
politika ve örgütlenme önerileri ortaya çıkabilir. Dünyadaki “insan
gibi yaşama” eğilimi ve bunun için uğraşmaya gönüllü insan
potansiyeli her zamankinden daha güçlü. Sadece, temel meselelerde
yol gösterici olabilseler de, geçmiş zamanlara, aşılmış koşullara
ait yaklaşımlar bu potansiyeli derleyip toplayıp harekete geçirmeye
yetmiyor.
Gerçi koskoca toplulukları şuursuzca peşinden sürükleyebilen
zamâne uyuşturucularının bünyeye tesirlerini de gördük, yaşıyoruz.
Ancak komik videolar, tıklar, takipçiler vs. karşılığında kimlik,
kişilik, özel yaşantı, nesi varsa vermeye hazır kitlelerden ibaret
değil, insanlık. Hattâ şu telefonu elinden bir bıraksa, etrafına ve
-ekrandaki imajına değil- kendine baksa, nasıl bir köleliğe
sürüklendiğimizi derhal kavraması işten değil.
Yani direnilecektir. Yeni yeni yollar yöntemler bulunacak, insan
haysiyeti korunmaya çalışılacaktır şüphesiz.
Beri tarafta, karanlık ordu bir yandan da sahiden ordu. Meselâ
İsrail ordusu, ABD ordusu, Rusya ordusu, henüz sahneye çıkmadı ama
Çin ordusu. Oscar adayı büyük aktörleri aralayıp bakarsak, başka
orduları da görürüz şüphesiz. Orta sıklet devletlerin her an her
şeyi yapmaya hazır kuvvetleri. Etyopya ordusu soykırım sırasını
savdı, şimdi Sudan’daki ordulaşmış milisle henüz ordulaşmamış
müttefikleri sıra almaya çalışıyor. Tabiî onca tecrübeli ve
kapasiteli İsrail ordusu sırayı kimseye kaptırmıyor. Soykırım
izliyoruz hep beraber. Gazze’de yapılan, etnik temizlik ve
soykırımdır. Yaşananı hukukî kavramlardan meydana gelmiş dehlizlere
sokup muğlaklaştırmaya çalışanlara kanmayın, değerli okurlar;
soykırım tanımına harfiyen uyuyor İsrail’in yapıp ettikleri. Her
hâlükârda muazzam bir zulümle karşı karşıya olduğumuzu, üstelik
buna daha muazzam bir arsızlığın, yüzsüzlüğün, kalleşliğin eşlik
ettiğini sanırım kimse tartışamaz.
Gelin görün ki, burada mesele İsrail’in suçunu tarif etmekle
bitmiyor. Aksine, bizler için, fail veya kurban olmayanlar için,
başlıyor. Zira soykırımı izlemek suça katılmaktır. Derin felsefî
tartışmaların konusu olabilecek bu yargı belki kimilerinize “aşırı”
görünebilir. Oturduğunuz yerden bize “aşırı” görünen pek çok şey
gibi bu da gerçeğin ta kendisi, sayın seyirciler. Hele hele,
bizimki gibi, komşu ülkelerde askerî harekâta, bombardımana, toprak
denetimine kolaylıkla girişebilen bir devletten sorumlu ahaliysek,
İsrail -ve Müslümanlar!- konusunda atıp tutmayı gündelik egzersiz
haline getirmiş, “dünya liderliği” sloganları eşliğinde iş gören
birilerince yönetiliyorsak, güya nüfusumuzun çoğunluğu
Filistinlilerin uğradığı muamele konusunda pek hassas ise falan…
konumumuz, abartmasız ve nesnel olarak, bir tür sahtekârlık olarak
tanımlanabilir.
Ancak meselemiz böyle bir konuma düşmüş olmaktan ibaret değil.
İsrail ve ona sağladıkları serbest hareket alanıyla kendileri için
tarif etmiş oldukları meşruiyet zeminini de paramparça eden Batılı
devletler, küresel ölçekte kibarca “aşırı sağın yükselişi” olarak
tanımlanan uğursuz gelişmeye hizmet ediyorlar. “Göçmenler gelecek,
rahatımızı bozacak” endişesiyle, uluslararası ilişkilerden hukuk
nosyonunun ortadan kaldırılması, şüphesiz, gelişmiş, görece
demokratik rejimlerin de kökünden sarsılması anlamına geliyor.
Hukuksuzluk da bir tür virüs salgını. Köşeye sıkıştırıp tecrit
edemiyorsunuz. Birden kural haline geliveriyor. Ülke sınırlarına
elektrikli teller, duvarlar çekilirken, içeride de haklar
kısılıyor, keyfî güç kullanımının sınırları genişliyor, yurttaşın
iktidar sahipleri karşısındaki konumu değişiyor, zayıflıyor.
İsrail’in Gazze’de giriştiği etnik temizlik ve soykırım
harekâtının uluslararası düzlemde sözü geçen devletler tarafından
kabul görüşü, bir tür eş-dost kayırma tutumu değil. Çekiştirile
çekiştirile, tırtıklana tıktıklana, eğile büküle de olsa kağıt
üzerinde az buçuk var edilen, en azından bir ideal olarak ortayerde
bulundurulan haklar, hukuk, eşitlik kavramlarının terk edilmesi
anlamına geliyor bu. İsrail’e zaten fiilen tanınmış, başka
devletlerin topraklarında nereyi isterse bombalama, kimi isterse
öldürme, Filistinlileri köylerinden sürme, topraklarına elkoyma vs.
“hakların” onanması anlamına. Yemen, Myanmar, Etyopya ve Sudan’da,
Libya’da, Suriye ve Irak’ta hem insan hakları hem uluslararası
hukuk adına ortada ne varsa hepsinin üzerinde tepinilmesi,
sözkonusu ülkelerin halkları “birinci sınıf yurttaş”
sayılmadığından pek önemsenmedi. Ancak bu defa dünyada hukuk ve
insan hakları kavramlarına rejimlerinde bir tür kurucu yer vermiş
devletlerin açıkça bunlardan vazgeçme yönündeki hamlelerini
görüyoruz. Katlettiği yerli halkın torunlarını kendisiyle eşit
vatandaş görmediğini ilan eden Avusturalyalı beyaz, sömürgecilik
“hukuku” mu istiyor?
Önümüzdeki günlerde, hukuk ve insan haklarından uzaklaşılan
dünyada, belirleyici -“kurucu”?- temel konularda muhalif kitlenin
önemli bölümünün de desteğini pekâlâ alabilecek mevcut iktidar
koalisyonuyla Türkiye’nin nasıl “öncü” rollerinden birini
kapabileceğini de tartışırız.
Evet, “Dünya nereye gidiyor?” konusuna giriyoruz. Moraller
bozulabilir, ama denklem basit: İnsan gibi yaşamak istiyorsak
direneceğiz.