Dünyada sonlu bir varlık olduğunu bilmek, ölümle yüzleşmek
Françoise Dastur’un “Ölümle Yüzleşmek ‘Felsefi Bir Soruşturma’” adlı kitabı insan türünün ölümle olan ilişkisini tartışırken, sonlu bir varlığın dünyada varoluş çabasını da enine boyuna tartışıyor. Ölümle barışmak mümkün mü, onu aşabilir miyiz, razı gelebilir miyiz, yüzleşebilir miyiz gibi pek çok soruya cevap arıyor.
İnsan dünyada öleceğini bilerek yaşayan tek tür ve bu yüzden ölüm çoğunlukla yaşamın orta yerinde çünkü sonlu bir varlık olarak dünyada boy göstermek yıkıcı bir durum. Bu ne tedavi edilme umudu olan bir hastalık ne de çaresi bulunacak bir dert. Orada bir yerde hep uzaklarda gerçekleşecekmiş gibi düşünülse de belirsizliğin getirisiyle ölümsüzmüş gibi yaşansa da ölüm onu düşündüğün her anda yanında. Bu nedenle insan türü ölümü aşmak için tarihi boyunca çabaladı durdu, çeşitli hilelere başvurdu. Ölümsüz olmak istedi, Tanrı olmak istedi. Teknolojinin yardımıyla sonsuz bir varoluşa kavuşacağını düşündü, tıbbın yardımıyla bedeninin deforme olmasını önleyip, ölümden kurtulacağına bile inandı. Ama olmadı insan oluşun sonluluğundan kurtulamadı. Bazen bu kadar hırçın bir tür olmanın da bununla ilgili olduğunu düşünüyorum çünkü bu bir kusurla yaşamak anlamını içeriyor, hele ki egosantrik bir varlık olan insan için bu kabul edilemez bir hal. İnsanın yok ediciliği de biraz bununla ilişkili. İnsan dünyadaki varlığını kesinleştiremedikçe, daha da yok edici oluyor bana kalırsa ve böylece dünyada bir hiç olduğunu kabul etmeyi geciktiriyor. Konuyu çok dağıtmadan asıl sorumuza gelirsek, peki, ölümle yüzleşmek mümkün mü? İnsan türü ölümün yaşamın bir parçası olduğunu kabul edebilir mi?
Geçtiğimiz günlerde Pinhan Yayıncılık tarafından, Sinan Oruç çevirisi ile basılan, Françoise Dastur’un “Ölümle Yüzleşmek ‘Felsefi Bir Soruşturma’” adlı metni bizi ölümle yüzleşmenin mümkünlüğü üzerine düşündürüyor. Dastur, insan türü için ölümün anlamını, doğum ve ölüm arasında geçen zamanda o sonu beklemeyi, sonlu bir varlık olmak üzerine ortaya konan, felsefi-politik, dini ve antropolojik argümanları ve insanın ölümle yüzleşmekten kaçmak için başvurduğu hileleri göstermeye çalışıyor. Bunun yanı sıra modern dünyada ölüme dair olanın yokluğunu ve yas ile ilgili ritüel pratiklerin ortadan kalkmasının ölümle olan ilişkiyi nasıl değiştirdiğini sorguluyor. Bunu yaparken, kapitalizmin, bilimci anlayışın, felsefenin, tıbbın bedene yönelik müdahalesinin rolünü eleştirel bir şekilde tartışıyor ve ölümü aşmak, kaçmak, üstlenmek mümkün mü sorularına cevap arıyor.
ÖLÜMÜ AŞMAK
Françoise Dastur’a göre, “dünyada karşımıza çıkan ölüm, hep başkalarının, özellikle de yakınlarımızın ölümüdür. Bu bakımdan ölüme dair ilk deneyim hep yas tutma deneyimidir. Başkalarının ölümü bizi yaralar çünkü varoluşumuzun saklı yüzü olan kendi sonluluğumuzu hatırlatır bize…” Belki de bu nedenle biz kendi ölümümüzü görmeyi, sevdiklerimizin ölümünü görmeye tercih ederiz çoğunlukla. Çünkü kendi ölüm ânımız daha belirsizdir, deneyimi bir başkasının ölümüne tanık olmaktan daha muğlaktır. Bunun yanında yazarın belirttiği gibi yas insanın ölüme dair ilk deneyimidir, bu deneyim insana sonluluğunu hatırlatır, dehşete düşürür. Bu nedenle de Dastur’un bahsettiği gibi: “Ölümle mücadeleye girmeyen bir insani varoluş mümkün olmadığından, insanlığın tüm kültürel üretimini ölümü sakinleştirmek için geliştirilmiş bariyerler, savunma mekanizmaları ve silahlar oluşturur. Fakat bu mücadele boşunadır zira en nihayetinde hep ölüm kazanır.” Ama işte, insan yine de mücadeleyi bırakmaz, ölümün kazanacağını bilse de onu “aşmaya” çalışır.
İnsan türü ölümü aşmak için çeşitli ritüeller ve yas pratikleri ortaya koyar böylece ölen ile ilişkisini başka bir şekilde mümkün kılmaya çalışır. Tamamen yokluğunu kabul etmektense bir şekilde onun yaşamında varlığını devam ettirdiğini düşünme çabasıdır bu. Bundan dolayı yas süreçleri ve pratikleri ölümü aşma çabasında önemlidir. Cenaze törenlerinin de anlamı burada ortaya çıkıyor çünkü Dastur’un ifade ettiği gibi; “…bu pratikler, canlılar üzerinde egemen olan doğal düzene, yani yaşam ve ölümün sonsuz döngüsüne meydan okuyarak kültürün ortaya çıkış ve gelişimini sağlamıştır. Bu meydan okuma tabi ki semboliktir zira gidenler geri dönmeyecektir. Fakat yine de insanın ölümle kurduğu, kabul ve reddi aynı anda içeren muğlak ilişkiyi açıkça ortaya koyar.” Bu muğlak ilişki belki de insanın sonlu bir varlık olmanın bilinciyle yaşamak zorunda olmasının sıkıntısını hafifletmekle ilgilidir. Ölen kişi yaşamda kalır böylece çünkü başka bir ilişki başlamıştır tören ile birlikte, bir yandan da bu yaşamın sonluluğunun kabulünü içerir, kaybedilen uğurlanmış, topluluğun ritüel pratiğine göre defnedilmiştir. Yazarın ifadesi ile söylersek: “Kabuldür çünkü cenaze töreni, artık varoluşun sonuna gelmiş olan müteveffanın ölümünü tesciller. Ama aynı zamanda bir reddetmedir zira uzak âlemlere göç eden kişiyle yine aynı tören sayesinde başka bir ilişki başlamıştır.” Ki “öte dünya” düşüncesi de, “ruh” inancı da ölen ile ilişkide kalmanın, onu yaşamda tutmanın bir yöntemidir. Dastur bu konuları metinde ayrıntılı bir şekilde tartışıyor.
YASIN YOKLUĞU
Ancak günümüz dünyasında gerek bilimsel kavrayışların gerekse felsefi tahayyüllerin etkisiyle ölümle kurulan ilişki daha çok onu reddetme olarak karşımıza çıkıyor. Ölüm artık hızlıca ortadan kaldırılması gereken bir ceset veya kadavra gibi algılanıyor. Amerika’da örneğin, ölüler için para karşılığı ağlayıcılar tutulduğunu okumuştum. Kitapta bahsedildiği gibi, insanlar cenaze törenlerini daha ölmeden planlayabiliyorlar ve geride kalanın ölüye karşı sorumluluğu azalıyor böylece. Ayrıca insanlar artık bir araya gelip yası paylaşmıyorlar. Yazarın söylediği gibi: “Çağdaş toplum ölümden kaçışı teşvik ederek ölümün reddini daha da güçlendirmiş ve ölmekte olanlarla ölmüşlerin arasını kapatmaya ayırdığımız zaman ve mekânı daha da kısırlaştırmıştır. Buna paralel olarak artan bireyselleşme ise kişisel ölümsüzlük fantezilerini kuvvetlendirmiş ve bugün giderek daha çok tanık olduğumuz “yasın törensizleşmesi”ne neden olmuştur.” Kısacası, artık yukarıda bahsettiğimiz ölümün kabulü ve reddi arasındaki muğlak ilişkiden çok söz edemiyoruz. Ölenle başka biçimde sürdürülen ilişki yok oluyor, insan sadece bedene indirgendiği ve ruhani yanı dışlandığı için nesnel bir anlamın ötesine geçemiyor. Bunun yanı sıra bilimin ve teknolojinin insan bedenini sonsuzluğuna dair yaptığı çalışmalar da ölümün reddini getiriyor ancak şu bir gerçek ki insan türü her ne kadar kaçmaya çalışsa da sonlu bir varlık ve ne yaparsa yapsın ölümü aşmak şimdilik mümkün değil.
İNTİHAR ÖLÜMDEN KAÇMAYI SAĞLAR MI?
İnsanın ölüme karşı geliştirdiği savunma mekanizmalarından birisi de “kaçma” bu nedenle tarihi boyunca Dastur’un ifadesi ile söylersek çeşitli “hilelere” başvuruyor. Çocuk yapmak, dünyaya bir eser bırakmak, yazı, adrenalin içeren eylemlerde bulunmak bunlardan sadece bir kaçı ve yazar bunları tek tek tartışıyor. Metinde epey ilginç bulduğum intiharın da bu noktada tartışılması. Dastur’a göre; “ölüme emir veremeyiz ancak her ne kadar günün birinde ölmeye mahkûm olsak da üzerimizdeki mutlak gücünden kaçmaya çalışarak onu tahrik edebiliriz. Tam da bu nedenle gerekçesi ne olursa olsun intihar, kendi kendini öldürmek değil belki de ölümü atlatma, ondan yakayı sıyırma çabası olarak düşünülebilir. İntiharı seçen kişi yine aynı jestle ölümlülüğünü reddetmiş, ölümün ona sebepsizce yaklaşmasını ve alınyazısı olmasını istememiştir.”
İntiharı genellikle ‘ölümü atlatmak’ değil de yaşamı atlatmak olarak düşünürüz, hayata karşı anlamın tükendiği yerde veya sesimizin hiçe karıştığı ve duyulmadığı anda dünyaya bir söz söyleme aracı olarak kullanırız. Bana kalırsa intihar, insanın elinde tek kalan şeyi bedeni olduğunda, onu yaşama karşı bir reddetme ve direnme biçimi olarak kullanmasıdır. Dastur’un bakış açısıyla intiharı ele aldığımızda ise insanın sonluluğunu kabul edememesi sonucu bir meydan okuma, yaşamını feda ederek ölümsüzlüğünü ilan etme bir çeşit ölümle dalaşma olarak düşünüyoruz. Bu iradenin sende olduğunu göstermek biraz, dünyadan ne zaman gideceğine öznenin karar verebildiği bir özgürlük anı. Yazarın ifadesiyle: “İntiharın bazı sınır durumlarda meşru olduğunu düşünsek bile, o her zaman ölüme son bir meydan okuma olarak kalır çünkü intihar dürtüsü, gerçekliği karşısında tamamen iktidarsız olduğumuz kaçınılmaz bir yazgıyı sanki özgürce seçebileceğimize olan inançta yatar.”
BİR VAROLUŞ İMKÂNI OLARAK ÖLÜM
“İnsan varoluşunu anlama sorunsalı bu varoluşun sonundan yani ölümünden başlar. Böylelikle zamanın ötesini varsaymayan ve verili bir sonsuzluğa bağlı olmayan radikal bir sonluluk fikrine açılmış oluruz. Ancak bu sayede ölmek, doğmuş olmanın asıl koşulu, ölümlülük de artık bir engel değil, sayesinde varoluşa atladığımız bir atlama tahtası, bir fırsat olabilir” diyor Dastur. Tersinden düşündüğümüzde yani doğduğumuz için ölümün olduğunu kabul ettiğimizde ve bunu varoluşun fırsatı olarak gördüğümüzde, ölümlülüğü bir engel olmaktan çıkarabilir, verili bir sonluluk fikrinden kurtulabiliriz. Bunu bir imkân olarak gördüğümüzde, Dastur’un deyimiyle bu sayede; “insana mâlum olur ki varlığının kaçınılmaz geçiciliği ve tehlike altında oluşu, aslında onun kendine, başkalarına ve dünyaya açık olmasını sağlayan şeydir. Ancak bu yolla ölüm artık yüzkarası olarak değil varoluşun zemini olarak belirir.” Kısacası, devamlı ölümlü bir varlık olmaya kafa yormaktansa, onu bir son değil başlangıç imkânı olarak görürsek, dünyayla ve diğer insanlarla o zamanı -ölümle yaşam arasındaki o dönemi- varlığın gerçekleşmesini sağlayacak bir zaman olarak düşünürsek, ölümü, varoluşun ‘zeminine’ çevirebiliriz.
Françoise Dastur’un “Ölümle Yüzleşmek ‘Felsefi Bir Soruşturma’” adlı kitabı insan türünün ölümle olan ilişkisini tartışırken, sonlu bir varlığın dünyada varoluş çabasını da enine boyuna tartışıyor. Ölümle barışmak mümkün mü, onu aşabilir miyiz, razı gelebilir miyiz, yüzleşebilir miyiz gibi pek çok soruya cevap arıyor. Felsefi metinlerin, dini inançların, toplumsal kodların, bilimciliğin, teknolojik gelişmelerin insanın ölümle olan ilişkisini nasıl belirlediğini ortaya koymaya çalışıyor yazar. Görüyoruz ki insan için sonlu bir varlık olmanın anlamı büyük, her ne kadar “hile” yapmaya, onunla oyun oynamaya, ona meydan okumaya çalışsa da onu bekleyen bir son var. O zaman belki de devamlı bu son üzerine düşüneceğimize, dünyada varoluşun imkânları üzerine düşünmeliyiz ve hırçınca saldıracağımıza, biz ölümlüyüz diye dünyanın da ölmesi gerekmediğinin farkında olmalıyız.