Yönetmen Christopher Nolan’ın uzun yıllar sonra sakin kalmayı başardığı ve üzerine uzun uzun konuşulabilecek malzemeleri hikayesine yedirdiği bir yapım "Oppenheimer".
Beğenin ya da beğenmeyin Christopher Nolan içinde bulunduğumuz
milenyumda Hollywood’un kutup yıldızlarından, prenslerinden ve
hatta itici güçlerinden birisi. Amerikan sinema endüstrisi ana akım
sinemada fark yaratacak, kendi rengini endüstrinin çıkarlarıyla
birleştirmeyi başaracak 'dahi' yönetmenlere her zaman ihtiyaç
duyar. Hele de bunlar bir kuşak olarak ortaya çıkarlarsa. Ki
Hollywood’un bugün yaşadığı krizlerden birisi de bu kanımca,
yaratıcı bir kuşağı ortaya çıkaramamış olması.
Oysa ilk filmlerini 90’lı yılların sonu ya da 2000’lerin başında
çeken Nolan, Tarantino, Cuaron, Aronofsky, Inarritu… gibi taze
kanların yerini alabilecek bir kuşak yok ortalıkta şimdilerde.
Hatta durum o kadar kötü olmalı ki Damien Chazelle’e bile umut
bağlamak zorunda kaldılar! Bu mevzuya ayrıca değinelim bir ara…
Benim açımdan Christopher Nolan’ın 2008 tarihli "Kara Şövalye"
filmi hala en iyisi olarak yerini koruyor. Hatta sonraki hiçbir
filmini beğendiğimi söyleyemem. Sadece "Başlangıç"taki biçimsel
denemeyi heyecan verici bulduğumu söylemeliyim. Bir film değil de
fizik bildirisi şeklinde çekip ağlak aile melodramına döndürdüğü
"Yıldızlararası"nı, İngiliz tarihinin en utanç verici olayını
kahramanlık destanına döndürme şuursuzluğuna kapıldığı "Dunkirk"ü
ve sırf yapabilme özgürlüğüne (tabii ki şımarıklığına) sahip olduğu
için biçimsel denemelerinin ifrata vardırıp hikaye anlatmayı
unuttuğu için "Tenet"i görmemiş olsak bir şey kaybetmezdik. Ama
yine de bu filmlerin kötü olması, Nolan’ın çağının en iyi
yönetmenlerinden biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Çünkü her
yeni işinde filmini tartışmaya başlamak için önce onu konuşmak
zorunda kalıyoruz, bu yazıda olduğu gibi!
Kara Şövalye (2008)
Neyse ki, bugün itibarıyla gösterime giren ve yılın en çok
beklenen yapımlarından birisi olan "Oppenheimer", öyle bir çırpıda
kenara atabileceğimiz, üzerini çizebileceğimiz filmlerinden değil.
Nolan bu kez bildik sinemasının temel unsurlarını kullanmaktan
imtina etmiyor ama daha kontrollü, daha hikaye odaklı ve daha fazla
mevzuya ihtiyatlı bir biçimde giriyor. Batman serisinin son filmi
"Kara Şövalye Yükseliyor"daki muhafazakar Amerikancılığının yerini
bu kez daha merkeze doğru çekmiş, Hollywood’un geleneksel liberal
söylemine yaklaşmış gibi. Bu söylemin özünü, "geçmişi eleştir ama
bugünü yücelt" olarak ifade edebiliriz. Böylece kendini eleştirecek
kadar erdemli, 'en iyi' olmayı bu erdeme bağlayacak kadar kibirli
olma hakkı elde edersiniz!
Öncelikle "Oppenheimer"ın anlattığı dönemin, ele aldığı
meselenin ve filmin içindeki mevzulara dair yorumların tek bir
yazıya, hele de günlük haberler veren bir sitedeki köşe yazısına
sığdırılamayacağını söylemek gerek. Film, atom bombasını yaratan
bilim ekibinin başında yer alan Julius Robert Oppenheimer’ın
yaklaşık 30 yılı aşan dönemine odaklanıyor. 1930’lu yıllarda kimse
ilgi duymazken kuantum fiziği çalışmalarını ABD’ye getiren, kara
deliklerle ilgili ilk teorileri ortaya atan dönemin büyük
dehalarından birisi Oppenheimer. Atom fiziğindeki gelişmeler İkinci
Dünya Savaşı sırasında hızlanınca Nazilerin bombayı ilk yapan ülke
olmasından korkan ABD, özel bir proje başlatır ve başına da
Oppenheimer’ı koyar.
Oppenheimer (2023)
Nolan, 30’lardan 60’lara uzanan bu uzun dönemi sinemasının
alametifarikalarından biri olduğu üzere ayrı zamanlara bölerek ve
birbirinin içine geçirerek anlatmayı tercih ediyor. Ama yukarıda da
değindiğim gibi bu kez daha az oyuncaklı ve mümkün olduğu kadar
hikayeye odaklanarak anlatmayı tercih ediyor. Hikayenin iki ayağı
var. İlki, 1954 yılında Oppenheimer’ın ihanet suçuyla sorgulandığı
dönem, ikincisi de onu ihbar eden iş insanı ve politikacı Lewis
Strauss’un sonraki yıllarda yapılan sorgusu. Bu iki sorguda
anlatılanlar geriye dönüşlerle birbirinin içine geçirilerek
anlatılıyor. Nolan, bunlardan ayrı bir hat daha inşa ediyor ve
Oppenheimer’in ‘kayıt dışı’ dünyasına, yani bütün sürecin üzerinde
yarattığı etkiye de odaklanıyor.
Filmi izlerken kaçınılmaz olarak iki film akla geliyor: "Akıl
Oyunları" (Ron Howard, 2001) ve "İyi Geceler, İyi Şanslar" (George
Clooney, 2005). İlki, Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında Sovyet
şifrelerini çözmesi için görevlendirilen bir bilim insanının
giderek bir paranoyağa dönüşme öyküsünü ustaca anlatıyordu.
İkincisi ise bir radyo/televizyon programcısıyla, binlerce insanı
'komünizm' suçlamasıyla itibarsızlaştıran senatör Joseph McCarthy
arasındaki mücadeleyi anlatıyordu. Bu iki filmin "Oppenheimer" ile
akrabalıkları yalnızca içerik değil, estetik de.
Nolan, Nazi tehdidi ve İkinci Dünya Savaşı gibi olağanüstü
koşullarda, üstelik Yahudi bir bilim insanının kabullenmek zorunda
olduğu ‘mecburiyetleri’ ile giderek dönüştüğü politikacının
ikiyüzlülükleri arasında salınıyor özet olarak. "Oppenheimer",
Nazilerin atom bombası yapma tehdidine karşı, "komünistlerle yakın
ilişkide olduğu" geçmişine rağmen bu projenin başına getiriliyor.
Dönemin en önemli bilim insanları yalnızca ABD’den değil,
Avrupa’dan çıkarılarak bu projeye yerleştiriliyor. İşin bu tarafı
malum. Almanlar mayıs ayında teslim olmuş, Japonya köşeye sıkışmış
olmasına rağmen Ağustos 1945’te Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki
kentlerine iki atom bombası atılıyor. Sadece ilk birkaç ay içinde
ölenlerin sayısının 200 binden fazla olduğu tahmin ediliyor.
Nolan’ın hikayenin bu ‘bilimsel’ tarafına dair yorumu "bu çalışmayı
yapmak zorundaydılar, hatta buna mecburdular" oluyor.
Ama hemen ardından şu soruyu da soruyor. O bombalar atılmak
zorunda mıydı? İşte karakterimizin bir politik figüre dönüştüğü yer
de burası oluyor. Tam da bu noktada iki yorum yapabiliriz. İlki
Oppenheimer’ın savaş sonrasında çok daha etkili silahların yapımına
karşı çıkması, bunun başka ülkeleri de harekete geçireceğini
anlatmaya çalışması hatta hidrojen bombasının yapımını yavaşlatma
girişimleri. İşte bu nokta bilim ve etiğin bir kenara bırakıldığı
ve Amerikan pragmatizminin devreye girdiği yer. Çünkü atom
bombasına sahip olmak hiçbir zaman tek başına yaşanan savaşla
ilgili olmuyor aslında. Hatta daha çok, savaş sonrasına dair bir
planın parçası haline geliyor. Daha Naziler teslim olmadan, Hitler
intihar etmeden yeni düşmanı Sovyetler Birliği olarak ilan ediyor
aslında ABD. Dolayısıyla Japonya’ya atılan bombalar daha çok bir
sonraki düşmana yönelik bir gözdağı niteliği taşıyor. Filmde de
mesele böyle yorumlanıyor zaten. Ama yazının girişinde değindiğim
gibi çok Hollywood usulü bir şekilde "geçmişi eleştir ama bugünü
yücelt" formülüyle yapıyor bunu yönetmen. Yeri gelmişken konunun
değil ama filmin dışına kısa süreliğine çıkıp Soğuk Savaş’ı kimin
başlattığı belli olsun diye bir bilgi notu ekleyelim. Savaşın hemen
ertesinde ‘başka bir ülkenin’ (kimin kastedildiği belli) ABD’nin 40
büyük kentine atom bombası atması durumunda 40 milyon insanın
öleceğine dair yayınlar yapılıyor ve bir hezeyan yaratılıyor. Bu
‘daha büyük’ bombaların yapımı için toplumsal bir talep ve
meşruiyet ortamı hazırlıyor. Bu arada Sovyetler Birliği’nin henüz
atom bombasını yapmamış olduğunu belirtelim. Yani duvar, daha savaş
sürerken örülmeye başlanmıştı!
Filmin en tartışmaya açık tarafından bahsederek bitirelim.
Japonya’ya iki atom bombası atıldıktan sonra bir kahraman olarak
karşılanan Oppenheimer’ın ahlaki ikilemleri de baş gösteriyor.
Kendisinin de "Ben artık ölüm oldum. Dünyaların yok edicisi"
sözleriyle ifade ettiği bu ahlaki ikilemin ele alınış biçimi hayli
sorunlu. Nolan burada kurnazca bir hileye başvuruyor.
Oppenheimer’in bomba yapım sürecindeki mecburiyetlerini, yıkımın
sonrasındaki üzüntüsünü, nükleer silahlanmaya karşı yürüttüğü
mücadeleyi, hattı bunun için ödemek zorunda kaldığı bedeli haklı
bulsak bile bazı sorular yanıtsız kalıyor.
Örneğin söylendiği gibi iyi bir manipülatör müydü? Aslında
"atomun babası" olarak anılmak içten içe hoşuna mı gidiyordu?
Nükleer silahlanmaya karşı çıkması bilim insanı kimliğiyle değil de
politik görüşlerinden mi besleniyordu? Sahip olduğu güç hoşuna mı
gidiyordu? Ve tabii ki asıl soru hiç pişman oldu mu? Çünkü hiçbir
zaman pişman olduğunu söylemedi. İşte Nolan’ın hilesi bu noktada
devreye giriyor. Bu haklı soruları, filmin en ‘kötü’ karakterine
sorduruyor. Politik ve kişisel hırsları yüzünden Oppenheimer’in
itibarını düşürmek için kumpas kuran Lewis Strauss, üstelik
seyircinin gözünde en düşük olduğu anda, filmin kötü adamına
dönüştüğü noktada bir anda heybesinden çıkarıp bu soruları ortaya
atıyor ve bir kısmının cevabını da kendisi veriyor. Böylece hem
Oppenheimer’in hayatına dair can alıcı sorular es geçilmemiş oluyor
hem de kimin sorduğuna bağlı olarak değersizleştiriliyor. Ne
diyelim ki, böylesi bir cinlik de Christopher Nolan gibi bir isme
yakışırdı.
Oppenheimer (2023)
Filmde birkaç yerde Albert Einstein’ı da görüyoruz. Başkan
Franklin D. Roosevelt’e mektup yazarak Nazilerin atom bombası yapma
ihtimaline dikkat çeken isim olarak da anılıyor. Ama bütün bu
bilimsel ve politik karmaşanın içinde onu olan bitene bakıp
dünyanın gidişatı için endişelenen şirin bir ihtiyarcık gibi
kurgulamış yönetmen. Fiziksel olarak olmasa da olurmuş yani.
Bitirirken bahsetmeden geçmek ayıp olur. Filmin kadrosu
yıldızlar topluluğu adeta. "Oppenheimer"da Cillian Murphy oldukça
etkileyici. Ama asıl övgü Lewis Strauss’u canlandıran Robert Downey
Jr.’a. Kimi yorumlarda "En İyi Yardımcı Erkek Oscar’ı hayırlı
olsun" deniyor. Denildiği kadar var.
Filme dair çok farklı şeyler yazılıp çizilecektir. Ama bana göre
Nolan’ın uzun yıllar sonra sakin kalmayı başardığı ve üzerine uzun
uzun konuşulabilecek malzemeleri hikayesine yedirdiği bir yapım
"Oppenheimer". Merkezine aldığı karakterin ‘komünist’ geçmişinin
muhafazakar yönetmenini de mecburen ‘liberal’ bir çizgiye mecbur
kıldığı spekülasyonunu ortaya atarak bitirelim!