Dünyanın en tuhaf yeri Efesos

Biri, hiçbir erkeğe ihtiyaç duymadan, dünya nüfusunun üçte birinin takip ettiği bir erkeğe; diğeri ise tüm doğaya can veren iki kadının memleketindeyiz: Efes Artemisi ve Meryem Ana’nın. 'Ana tanrıça'dan, 'tanrı baba’ya geçişin merkezindeyiz.

Abone ol

Karar veren kadınların şehri İzmir’in Efes’i ve teyzeme.

Aynı nehirlere hem girer hem de girmeyiz. Bizizdir ve biz değilizdir.*

Herakleitos

Tartışmasız.

Adı, sanı, baştan sona her yanı kadın Efes.

Antik şehre adını veren Amazon kadını Ephesos’u tanımasak da, tarihin en önemli iki kadınına yuva olduğunu biliyoruz Efes’in: Efes Artemisi, Ege’nin ana tanrıçası ve Meryem Ana. Her ikisini de ziyaret edeceğiz, biri altı diğeri on iki yaşındaki Çınar ve Zeynep’le birlikte. Buraların “çocuk ya da kadın denilip geçilmeyen topraklar” olduğunu iliklerimize kadar hissedeceğiz.

§

Tam tamına 150 yıl önce ocak ayının ilk günü. İzmir’in kendine has nemli soğuğu içlerine işleye işleye çalışmaya devam ediyorlar. “TIK” diye bir ses. Tık, tık, tık… Uzun uğraşlar sonucunda metrelerce toprağın altında saklanmış mermer tabakaya ulaşılıyor. Antik dünyanın yedi harikasından, o dönemlerde yaşamış olanların yalancısıyım, en ihtişamlısı Artemis Tapınağı. Diğer adıyla Artemision, güzelliği dillere destan. Bilgelik ve savaş tanrıçası Athena’ya adanmış Atina’daki Parthenon’un iki katı; dünyanın ilk ve en büyük mermer yapısı. Ortasında mis kokulu sedir ağacından yontulmuş devasa bir Efes Artemisi. Hepsi hayallerde artık.

.

Avrupalı asillerin malikanelerinde sergilemek için eski dünyanın dört bir yanına yolladıkları kaşifler; geliyorlar, kazıyorlar, gösterişli olan eserleri toplayıp götürüyorlar. Arkeoloji biliminin gelişmesi için bebek adımlarının atıldığı yıllar. Efes’i ilk İngilizler kazıyor. Dişlerinin kovuğunu dolduracak pek bir şey bulamayınca kazılara devam etmeme kararı alıyorlar. 19'uncu yüzyıldan beri kazıları, iki dünya savaşı dışında neredeyse kesintisiz olarak Avusturya sürdürüyor. Bugün Efes’in sokaklarında yürüyebiliyorsak, Avusturyalı arkeologlara çok şey borçluyuz. Öncesinde her yer toprak altında. Küçük Menderes, Ege’nin içlerinden taşıdığı alüvyonlu topraklarla bir sahil şehri olan Efes’i günbegün bataklığa dönüştürüyor. Ve sivrisinekler ve sıtma… Yüzyıllar boyunca süren hazin bir hikâye. Sözü anneanneme, 20'nci yüzyıla bırakıyorum:

“Benim babam çok yakışıklı, renkli gözlü, uzun boylu, bir adamdı. Şahane ata binerdi. Cumhuriyet’in ilk yıllarında sıtma memuruydu. Köy köy gezer hayat kurtarırdı. Beni de atının terkisine atar götürürdü zaman zaman yanında. Çocuklar nefret ederdi kininden, yutmak istemezlerdi. Babam cana yakın yaklaşır, sonra çocukları kollarının arasına kıstırır, kocaman elleriyle burunlarını tıkar; mecburen açtıklarında, acı ilacı ağızlarına tıkıverirdi. Çok hayat kurtardı babam.”

.

Ne yazık ki antik dönemde durum farklıydı. Deniz doldukça, insanlar göçtü. Dünyanın dört büyük şehrinden birisi olan Efes yavaş yavaş terk edildi.

Kilometrelerce uzanan verimli toprakların arasından, yılan gibi kıvrılarak ilerleyen İzmir-Aydın otobanının Selçuk çıkışına gelince tam karşımızda Keçi Kalesi yükseliyor. Her yandan anılar fışkırıyor. Sözü babama bırakıyorum:

“Çok eski zamanlardan beri hep zapt etmek istemişler Keçi Kalesi’ni. Mümkün mü, değil tabii. Ancak her şeyin bir sonu vardır. Bir gün o komutan, zeki, düşünmüş taşınmış. Bakmış ordusu yeterli değil; etrafta da keçi sürüleri geziyor. Aklına cin bir fikir gelmiş. Akşamı beklemiş, her birinin boynuzlarının üstüne yerleştirmişler kandilleri, salmışlar yokuş yukarı. Bakmışlar kaledekiler, üzerlerine çılgın bir ordu geliyor, ışıl ışıl yana yana; terk etmişler kaleyi.”

Yıllarca o kandillerin nasıl sönmediğini merak ededurayım, Çınar ve Zeynep bir ağızdan:

“Hıhhh… Hiç mi duymamışlar keçilerin melemelerini?”

Çocuk deyip geçme. Daha neler neler soracak, ne yorumlar yapacaklar yol boyunca. Bugün her yeri gezecek zamanımız yok, bir seçim yapmak zorundayız. Örneğin Şirince’yi eleyeceğiz, Kuşadası’na da gidemeyeceğiz. Ne yazık ki kendi adıyla anılan İncil’i ve mektuplarını burada yazan Aziz Yuhanna’nın (St. John) Bazilikası, İsa Bey Camisi ve Selçuk’un içinde ve çevresinde bulunan onlarca tarihi yapıyı es geçmek zorunda kalacağız. Sonra bir de kabartmaları Fuar’ın içindeki İzmir Tarih ve Sanat Müzesi’nde sergilenen Belevi Mozolesi var ki…

Buralara yolunu düşüreceksen zamanını ona göre ayarla diye söylüyorum. Efes Müzesi, Artemision, Meryem Ana’nın Evi ve Efes Antik Şehri’ni gezeceğiz. Yedi Uyurlar’a da vaktimiz kalmayacak.

Keçi Kalesi’ni geride bıraktın, otobandan Selçuk’a ayrıldın. Yolun iki yanı sağlı sollu çöp şişçiler. Dünyanın ilk “fast food”u olduğunu biliyor muydun çöp şişin? Buharlı tren çuf, çuuf, çuuuf… diye yavaşlayıp Selçuk’ta kısa süreliğine durakladığında; satıcılar, üzerlerinde sıcacık çöp şişlerin durduğu ısıtılmış dolgun tuğlaları pencerelerden içeri uzatırlarmış. Selçuk’tayız artık. Merkezdeki dört yol ağzına gelmeden hemen sağda elektrik direklerinin üzerinde, mevsimine göre leylekleri ya da boş yuvalarını gördün mü, gir oradan içeri. Bir tepenin üzerine kurulmuş Aziz Yuhanna Bazilikası ve ardında kale seni bekliyor olacak. Bizim vaktimiz yok, elli metre daha ileriden sağa dönüp Efes Müzesi’ne gidiyoruz.

.

Çatlasın İngilizler kıskançlıklarından, Artemis Tapınağı’ndan geriye kalan o muhteşem kabartmalı sütun tamburunu kaçırabilmişler British Museum’a; amma velakin ulaşamamışlar Efes Artemisi’nin heykellerine. Bugün Efes Müzesi’nin, özellikle karartılmış büyük salonunun iki ucunda birbirlerine bakıyorlar mermer tenlerinden ışık fışkırarak. Çınar soruyor:

“Neden bu kadar çok memeleri var bu kadınların?”

Kimse tam olarak ne olduklarını bilmiyor Efes Artemisi’nin tam göğsünde yer alan yumurta şeklindeki bu yumruların. Bereketi temsil ettiği düşünülüyor. Eski Yunan’daki adıyla Artemis, Latin dünyasında ise Diana; vahşi doğa, avcılık, okçuluk ve ay tanrıçasıdır; bakireliğin, iffetin simgesidir. Ege’de işler değişir. Anadolu geleneğine uygun olarak Frig Kibelesi, yani ana tanrıça ile bütünleştirilip doğurganlığın ve bereketin tanrıçası olur.

Bir önceki salonda, abartılı fallusunun (bildiğin pipi) üzerinde kocaman bir meyve sepeti taşıyan, doğurganlığın eril tanrısı Priapos yer alıyordu. Çınar ve Zeynep’in bu heykeli görünce merak edip birçok soru soracaklarını, ne şekilde yanıtlamam gerektiği düşünedurayım, ilgilerini bile çekmiyor. Çekindiklerini düşünüp, ben soruyorum:

"Sizce bu nedir?" "Görmüyor musun, işte adam şeyiyle meyve taşıyor." diyerek yanından geçip gidiyorlar.

Mit, yaratılan; marka şişirilen bir şey anlaşılan. Oysa Efes Artemisi heykellerinden adeta büyülendiler; bir onun bir diğerinin yanına koşturarak fotoğraflar çektirdiler. Müze görevlisinin gözleri üzerimizde. Bir “Mr. Bean” olayı yaşanmadan acilen diğer salona geçirmeye uğraşıyorum çocukları. Ve anılara dalıyorum. Efes Artemisi’ni ilk gördüğüm anın hissini hatırlıyorum. İzmir’de Büyük Efes Oteli’nin girişinde duruyordu kopyası. Orijinalinden çok daha büyüktü ya da ben şimdiki halimden çok daha küçüktüm. Epey yukarı kaldırmak zorunda olduğum kafatasımın içindeki gözler hipnotize olmuş, kendilerini tanrıçaya bakmaktan alıkoyamıyorlardı.

Müzeden çıkıp Efes’e doğru giden yoldan azıcık ilerleyip yine sağa dönüyoruz. Geniş bir boşluk, handiyse çukur. Artemision defalarca yıkılmış yeniden yapılmış. Arkaik tapınak, M.Ö. 356 yılında Herostratos’un çıkardığı yangına kurban gitmiş. Neredeyse 19 metreye ulaşan 127 sütun canlandır gözünde. Zorlanıyorsun değil mi, daha önce gördüğün hiçbir şeye benzemiyor. Tamamı mermer, birçok yanı işlemeli. Ön cephesindeki sütunların ilk tamburlarının etrafı efsaneleri anlatan kabartmalarla dolu. Yeniden inşası sırasında Büyük İskender’in maddi destek vermek istediği, Efeslilerin kendisini usturuplu bir şekilde reddettikleri söyleniyor. Ne demişler biliyor musun gerekçe olarak. Azıcık merak iyidir. Herkesin aklına kolay kolay gelmez, büyüklüğünü İskender’e karşı kullanan bir gerekçe.

.

Sonra yine istilalar, temeline kadar yıkılıyor, mermerleri etraftaki başka binalarda kullanılıyor Artemision’un. Bugün o çukurdan gökyüzüne yapayalnız bir sütun yükseliyor, bir zamanların ihtişamının nişanesi olarak. İşte burada biraz dur, derin düşüncelere dalmanın tam yeri ve zamanı.

Efes aynı zamanda, Sokrat öncesi filozoflardan Herakleitos’un anayurdu. Benzemez kimse ona. Herakleitos, tam olarak öyle söylememiş olsa da “Her şey akar.” sözü kendisine atfedilir. Peki ne demiştir? Çağdaşları, hatta halefleri evrenin özünün ne olduğunu, hangi maddeden oluştuğunu tartışırlarken o, evrenin özünün değişim olduğunu aktararak olayı dördüncü boyuta taşımıştır. “Aynı nehirlere hem girer hem de girmeyiz. Bizizdir ve biz değilizdir.” demiştir. Daha ne desin ki. Uzakdoğu’yu saymazsak göreceliğin Batı dünyasındaki atasıdır. Çoğu az ile ifade etmiş, elimize kendisinden sadece fragmanlar kalmıştır. Bir kişi bir nehre girdiğinde ayrı, çıktığında ayrı bir insan değil midir? Nehir aynı kalmamış, yatağından sular akıp gitmiş, akan suyun yerine yeni sular gelmiş, hatta onlar da akıp gitmiştir.

Herakleitos bunları düşünedursun, Küçük Menderes durmamış, habire doldurmuştur denizi, deniz doldukça uzaklaşmış ilerilere kaçmıştır.

Efes Antik Şehri'ni gezmeden önce Meryem Ana’yı ziyaret edeceğiz. Kış sezonunda gişe saat beşte kapanıyor, antik şehre giriş ise saat altıda sona eriyor. Selçuk’un içinden geçen ana yoldan da gidilebilir, biz Artemision’dan çıkıp bir iki kilometre ilerleyip sola dönüyoruz. Efes’e girmeden Yedi Uyuyanlar’ın önündeki kestirme yoldan geçiyor, anayola kavuşunca sağa dönüp yavaş yavaş tırmanmaya başlıyoruz çam ormanlarının içinden. Giriş ücretimizi ödeyip, jandarma kontrolünden geçiyoruz. Arabalarımızı yukarıda bırakıp aşağıya yürüyoruz. Yaşlıları arabayla aşağıya kadar bırakmanıza izin veriyor jandarma. Ancak sonra arabanızı tekrar yukarı çıkarıp park etmeniz gerekiyor.

Burası sadece Hıristiyanlar değil Müslümanlar için de kutsal bir alan. Hani içi de güzel dışı da denir ya, aynen öyle; şiir gibi bir doğa. Yolun iki kenarında hayatın sonluluğu ve sonsuzluğunu hatırlatan servi ağaçları, çamlar, çınarlar. Biraz ileride meşhur antik yüzme havuzu, çocukken ilk gittiğimizde birisi bu havuzun eşek sütüyle doldurulduğunu Meryem Ana’nın içinde yüzdüğünü söylediğindeki şaşkınlığımı hiç unutmuyorum. Şimdi Çınar ve Zeynep boş havuza girmek istiyorlar. En sonunda buraya bir daha gelebilmek için arkalarını dönüp bozuk para atmalarına izin vererek ikna ediyorum girmemeye. Eşek sütü konusunu hiç açmıyorum. Çınar, Zeynep’e anlatmaya başlıyor:

- Biliyor musun, bir konuyu çözmem gerekiyor.

- Aaa, nedir o?

- Bir koku dükkânı açmaya karar verdim, ama ürünlerimi nasıl satacağımı bilmiyorum.

- İyi düşünmen lazım, öncelikle hangi ürünleri pazarlayacaksın, ne gibi kokuların olacak...

İstediklerinde ben varmışım, istediklerinde yokmuşum gibi sohbetlerine devam ediyorlar. Memur çocuğundan tüccar çıkar mı? Göreceğiz.

Peki nereden biliyoruz burasının Meryem Ana’nın evi olduğunu? Şüpheci zihinler ve inançlı ruhların arasından ilerideki küçük eve doğru bir patika uzanıyor. Çınar, yolun başında hepimizi güler yüzüyle karşılayan, kendi boyutlarındaki; kışın buz gibi, yazın sımsıcak olan bronz heykeline sarılıp, Meryem Ana’sıyla otuz dokuz tane fotoğraf çektiriyor.

.

Yıllar yıllar sonra, din adamı Julien Gouyet Almanya’nın küçük bir kasabasında yaşamış olan Anna Katharina Emmerick’in vizyonlarında anlattıklarından yola çıkarak ulaşıyor buraya. Hz. Meryem’in evini bulduğuna kimseleri inandıramıyor. Rahibe Marie de Mandat-Grancey hariç. Bir heyet oluşturup, Emmerick’in vizyonlarında birebir tarif ettiği yeri tekrar arayıp buluyorlar. O zamanın Çirkince (şimdilerde Şirince deniyor) köyünde yaşayan Rum cemaatin aslında yıllardır bildiği, Meryem Ana yortularında buluştuğu bir yer burası. Yıllar içinde birçok Papa ziyaret ediyor, tasdikleniyor gerçekliği. Ne söylediğinin yanı sıra kimin söylediği de çok önemli.

Kayınvalidem eşime hamileyken ve tabii ki ultrason diye bir şey yokken, Çınar’ın sarıldığı Meryem Ana heykelini görüp, içinden kızının ona benzemesini geçirmiş. Yıllar sonra ikinci bir çocuğumuz olması için mum yakıp adak dilediğim yerdeyim yine. Ne diyeyim, özel burası. Belki kendiliğinden, belki de sırf ben öyle olmasını istediğim için. Senin için önemli bir konuda kararsız kaldıysan, sırtını sıvazlayacak bir el, “Hadi” diyecek bir ses arıyorsan, dene şansını derim.

.

Efesos’un bir aşağıda bir de yukarıda olmak üzere iki girişi var. Çocuklar, yaşı ileri olanlar, engelliler ya da kocaman tekerlekli sağlam bir bebek arabasıyla geziyorsan, aynı yolu gidip geri dönmemek için arabanı aşağı girişe park etmelisin. Sonra taksi ile tepedeki girişe gelip oradan yavaş yavaş aşağıya yürüyebilirsin, bizim hep yaptığımız gibi. Tur otobüsleri zaten üst kapıda bırakıyor, aşağı kapıdan alıyor turistleri.

En çok yağmurlu havalarda güzel olur Efes, kimsecikler olmaz, yağmur suları mermerleri yıkar, etrafı müthiş bir toprak kokusu sarar. Bugün güneşli, hatta mart ayı için aşırı sıcak bir gün. Belli ki yağmur kapıda.

Sağımızda küçük tiyatro ya da zamanının meclis yapısı bouleuterion, demokrasinin evi. Adım adım irili ufaklı birçok binayı geçiyoruz. Tam karşımızda meşhur ayakkabı markasına adını veren Nike’ın hakikisi, Zafer Tanrıçası’nın ta kendisi. Tanrıçanın kabartmasının tam dibinden Kuretler Caddesi başlıyor. Efes Müzesi’nde bu caddedeki yapılardan çıkarılan birçok kabartma, heykel ve ev eşyasının aslını görebilirsin. Caddenin en önemli dört noktası; başlangıcında Herakles Kapısı, ortasında Teras Evler, evlerin hemen karşısında tuvaletler ve caddenin sonunda Celsius Kütüphanesi. Efes’in pek çok ziyaretçi ağırlayan antik kuntik tuvaletleri. Mermer platformlar üzerinde yan yana dizilmiş bir seri delik, önlerindeki oluktan sürekli temiz su akıyor, taharet için. Tam orta alanda da pırt seslerini bastıran orkestra. Bize absürt, yerlilerine normal.

Teras evlere giriş için ayrıca 30 TL ödemek zorundasın, altı yaşından büyük her çocuklar için de! Kültür Bakanlığı’nın büyük hizmeti olan Müze Kart sayesinde 75 TL karşılığında Türkiye’de bakanlığa bağlı bütün müzelere girebilirken, dört kişilik standart bir ailenin teras evleri görmesi küçük bir servete mal oluyor. Ziyaret etmeden de olmaz ki. Bir benzerini dünyada sadece Napoli’deki Pompei Antik Şehri’nde görebilirsin.

Celsius Kütüphanesi, arkeoloji ve teknolojinin yeni baştan ayağa kaldırdığı görkemli bir yapı. Yanındaki tak şeklindeki kapıdan geçip agora yani çarşıdan ilerleyebilir ya da Kuretler Caddesi’nin sonundan sağa dönüp büyük tiyatroya doğrudan ulaşabilirsin. Her iki yol da çok etkileyici. Uzun yıllardır konserlerde çıkan ses ve seyirci akınının zarar verdiği konuşulan tiyatro binasındayız. Dalgaların şehrin kıyılarına vurduğu yıllarda manzarasının nefes kesici olduğu söylenen tiyatro, her ne kadar yer yer yıkılmış olsa da hâlâ çok güzel. Geçen yüzyılda, Shirley MacLaine ve orkestrasına rehberlik yaptığımda kulislerini görme şansını elde etmiştim. Şimdi restorasyonda.

Güneş alçaldıkça, beyaz mermerler toz pembeye boyanıyor. Artemis’in şehrinin sonuna geldik, eskiden denizin hemen yanımızda olduğu noktaya.

Son durağımız Çifte Kiliseler. MS 7'nci yüzyılda halihazırda var olan kilisenin apsisinden açılan kapı, yeni inşa edilen diğer kiliseye geçiş sağlamış. Hazreti Meryem, burada gerçekleşen 3'üncü Konsül Toplantısı’nda “Tanrı Annesi” olarak kabul edildiği için Konsül Kilisesi olarak da anılıyor.

Kadınların şehri burası. Demiştim ya Büyük İskender’e bile resti çekmiş bir şehir: “Kendisi yarı tanrı olan bir dünya hükümdarı, başka bir tanrının tapınağına bağışta bulunamaz.” İskender el pençe divan, kabul etmek zorunda kalmış.

Biri, hiçbir erkeğe ihtiyaç duymadan, dünya nüfusunun üçte birinin takip ettiği bir erkeğe; diğeri ise tüm doğaya can veren iki kadının memleketindeyiz: Efes Artemisi ve Meryem Ana’nın. 'ana tanrıça'dan, 'tanrı baba’ya geçişin merkezindeyiz. Kadının kendi tanrıçayken, 'tanrı annesi'ne dönüştüğü, ya da bizim öyle sandığımız topraklardayız aynı zamanda.

Dünyanın en tuhaf yerindeyiz!

Bu yazı burada bitmez, anneannemin o anısını anlatmazsam. Vardır ya bitti sandığın filmler fragmandan sonra devam ederler, işte onun gibi. Son sahne, söz Türkan Hanım’da:

Aaaa, Feeemi’nin** sözünü mü dinleyeceğim, deldim prezervatifi çuvaldızla, ruhu duymadı. Çocuğa kadın karar verir!”

* We both step and do not step in the same rivers. We are and are not

** Anneannem Fehmi dedeme böyle seslenirdi.

Yorumlarını paylaşmak, diğer yazılarım ve fotoğraflarımı görmek için blog sayfam www.hayatevi.org’u ziyaret edebilir ya da bana doğrudan yazabilirsin: hayatevinde@gmail.com