Dünyanın sonuna doğru...

Yoko Tawada’nın kaleminden “Tokyo’nun Son Çocukları” romanı Siren Yayınları tarafından yayımlandı. Tawada, “Tokyo’nun Son Çocukları”nda çağın gerçeklerinden yola çıkarak bir gelecek hayali kuruyor ve küçük Mumei ile dedesinin bir felaketin ardından yaşama devam hikâyesini anlatıyor

Abone ol

Hemen her gün dünyanın içine düştüğü farklı bir felaketten haberdar olsak da en büyük tahribatı ekolojik problemler yüzünden yaşıyoruz. İklim aktivistlerinin, sivil toplum örgütlerinin hazırladıkları raporlar gerçekten korkutucu boyutlarda. Sera gazı salınımı, küresel ısınma, yeşil alanların katledilmesi, kimyasal atıklar ve bunlara bağlı ortaya çıkan doğal afetler…

Liste epey uzun, alınması gereken önlemler ortada, ne var ki devletler küresel ekonominin işleyişini bozmamak adına bu önlemleri almamak konusunda direnç gösteriyorlar veya çeşitli uygulamalarla kapımıza dayanan felaketleri bir süreliğine ertelemiş oluyorlar.

DİSTOPİK BİR DÜNYA

Yoko Tawada’nın yazdığı Tokyo’nun Son Çocukları adlı roman geçtiğimiz günlerde yayımlandı. H. Can Erkin tarafından çevrilen, Siren Yayınları’nca basılan roman raflardaki yerini çoktan aldı. Tokyo’nun Son Çocukları, küresel ekolojinin yerle bir olduğu bir dünyayı bizlere bütün sertliğiyle anlatırken, henüz çok geç olmadan kaybedeceğimiz şeyler hakkında da yeniden düşünmemize olanak sağlıyor.

Ayrıca belirtmekte fayda var; Tawada bu romanıyla 2018 yılında Amerikan Ulusal Kitap Ödülü’nün sahibi oluyor. H. Can Erkin’iyse Murakami çevirilerinden zaten tanıyoruz ki kendisi çevirileri dolayısıyla 2019 yılında Japonya Dışişleri Bakanı Ödülü’ne layık görülüyor.

Tokyo’nun Son Çocukları’nın geçtiği dünya felaketin tam ortasında, can çekişen bir durumdadır. Bütün devletler sınırlarını kapamışlar ve sorunları kendi içlerinde halletmeye çalışıyorlar. Hatta bazıları şehirlerarası sınırları bile kapayarak iç göçün önüne tamamen geçmiş durumda. Romanın geçtiği Japonya da böyle bir durumda. Bütün şehirler birbirinden uzak; hem fiziken hem de ruhen.

Tabii bu düzenin en büyük sebeplerinden biri ekolojik sistemin neredeyse tamamen çökmüş olmasından kaynaklanıyor. Ekolojiyle beraber dünya finans sistemi de çöküyor; dev şirketler, e-ticaret, borsalar… Hepsi yerle bir olmuş durumda. Buna bağlı olarak AVM’ler, süslü caddelerdeki butikler, geniş bulvarlar, havaalanları terk edilmiş; her yerde yabani otlar bitiyor. İnsanlar da daha sağlıklı bir hayat için dağlık alanlarda, prefabrikler içerisinde yaşıyorlar.

Buna bağlı olarak araba, telefon, internet, elektrikli ev eşyaları gibi daha birçok şey de kullanım dışı/yasaklanmış durumda. İnsanlar birbirilerinden uzaktayken ya kart atıyorlar ya da metal güvercinlerin ayağına bağladıkları notlarla irtibat kuruyorlar. Hatta romanın başkarakteri olan Yoşiro her iki dönemi de hatırlayan biri olduğundan, özellikle kızıyla olan ilişkisinde, kart atmayı telefona nazaran daha işlevsel buluyor.

Telefonda kızgınlık çabuk bulaşıyor, öfke nöbetleri artıyor ona göre ama kart yazmak gerektiğinde, kızı sinirlense dahi oturup yazana kadar sakinleşmiş oluyor. Yazmanın, konuşmaktan dahi iyi olduğunu anlıyoruz.

Tokyo’nun Son Çocukları, Yoka Tawada, Çeviri: H. Can Erkin, 128 syf, Siren Yayınları, 2020

YENİ DÜNYA DÜZENİ

Yeni Japonya’da, tüm dünyada olduğu gibi, ekolojik sistem bozukluğundan dolayı yeni neslin hepsi hastalıklı şekilde doğuyor. Bünyeleri çok dayanıksız. Özellikle kalsiyum eksikliğinden kaynaklı dişleri dökülüyor ve kemikleri dayanıksız; öyle ki on on beş yaşlarında tekerlekli sandalyeye mahkûm kalmaları işten bile değil.

Buna nazaran ihtiyarlar çok sağlıklı durumda, hatta yaşlılık algısı bile değişmiş durumda; genç-ihtiyar, orta yaşlı-ihtiyar gibi yeni yeni isimler yerleşmiş dile ve 115 yaşındaki insanlar çok sağlıklı ve dinç şekilde hayatlarına devam edebiliyorlar.

108 yaşındaki Yoşiro’yla torununun çocuğu Mumei’nin hikâyesi de tam olarak bu şekilde; Yoşiro her sabah kalkıp kiraladığı köpekle koşu yapıyor ve eve gelip Mumei’nin yemeğini yedirip onunla ilgileniyor. Evet, köpek kiralıyor çünkü felaket sonrası tek bir hayvan dahi ortalıkta görünmüyor, sadece kiralık köpekler mevcut.

Yoşiro, Mumei’nin bakımıyla çok ilgili olsa da mahrumiyet de mağduriyet de küresel. Doğru düzgün tarım alanı kalmadığından, ekim yapan yerler de kendilerini ancak doyurabildiğinden doğru düzgün meyve-sebze bulamıyorlar. Yoşiro bazen bir iki tane portakal buluyor, onları da getirip hemen Mumei’ye veriyor. Ne var ki Mumei’nin de diğer çocuklar gibi boğazları, mideleri çok hassas; olmuyor, olamıyor.

YASAKLAR

Tokyo’nun Son Çocukları’nın en dikkat çeken yanlarından biri de yasaklanan, anlamı değişen kelimelere ve dillere dair olan kısmı. İçe kapanan Japonya’da İngilizce öğretmek/öğrenmek/konuşmak ve hatta tek kelimesini bile telaffuz etmek yasak. Olmazsa olmazlara da yeni kelimeler veriliyor ki tutarlı şekilde düzgün bir yönetim gerçekleşebilsin.

Ama yine de romanda bildik totaliter bir yapı söz konusu değil; diğer bir değişle böyle bir yapının varlığını seziyoruz ancak buna dair ağır yaptırımlar, işkenceleri, kapatılmalar vs. görmüyoruz. Tawada, sanki bilerek uzak tutuyor bizi oralardan, tam bir hırgür duyup başımızı uzatacak oluyor söz gelimi, kolumuza girip başka bir yöne sürüklüyor bizi.

Buradan da anlıyoruz ki Tawada’nın derdi, yukarıya bir yere oligarşik bir yönetim koyup, bir de halk arasında yandaş-muhalif dengesinde bir yönetim eleştirisi yapmak değil. Hatta belli yerlerde milletvekillerinin, dolayısıyla hükümetin gerçekten var olup olmadığını dahi sorguluyor Yoşiro. Eleştirel bazlı da değil, hatırlamıyor. O kadar yoklar ki halk için; eski milletvekillerinin bir yere yerleştiklerini duymuş sadece ama yenileri için oy kullanmış mıydı onu dahi hatırlamıyor, dahası pek umurunda da değil.

Tawada bu noktada bildik distopik romanlardan ayrı bir yerde duruyor; küresel felakete maruz kalmış, dağılmış bir ailenin ruh hali üstünden Japonya’yı anlatıyor, insanların umutlarına-umutsuzluklarına dokunuyor. Ha bu meseleyi yönetim, devlet eleştirisi olmadan ne kadar nesnel şekilde yapıyor, orasını tartışmakta fayda var.

Yine de Tawada meseleyi evrensel bir noktada tutmayı başarıyor ve hepimizi gezegenimiz hakkında yeniden düşünmeye davet ediyor. Çok geç olmadan, diyor. Çok geç olmasın, diyoruz.

“Kuzey Kutbu buzlarının çözülmesi ile oluşan su, o soğuk deniz benim beynim. Yer şekilleri karmakarışık olup birbirine girmiş. Akciğerlerimin tamamı Gobi Çölü. Onun yanında bulunan avuç içi kadar yer Avrupa. Afrika kıtasının vücudunun üst yarısı dolgun, kıçı küçük. Küçük dansçı kızlar gibi tek ayağının üzerinde duruyor. Afrika ve Avrupa kıtalarının boyunları bükük, tiroid bezleri, bademcikleri şişmiş, yardım edin diye haykırıyor. Bağırsaklarım torba şeklindeki Avustralya. Yiyeceklerle dolu bir torba. Fakat ben onları yiyemiyorum.”