Türkiye’de artık yayımlanmayan National Geographic, bu ay “Fotoğraflarla 2022” özel sayısı yaptı. Doğudan batıya kuzeyden güneye, filiyle kuşuyla, dağı denizi rüzgârıyla tam bir dünya almanağı… Sayıyı okumak ne kadar içimize çöktüğümüzü de hatırlatıyor.
Amsterdam Schiphol Havalimanı… Erken gelmişim, oturmuş rahat rahat etrafı seyrediyorum. Belki biraz ayıp ama havaalanlarının bizlere verdiği teklifsizlik yetkisiyle doya doya insanların yüzüne bakıyorum.
Maskelerin neredeyse tümden çıkarıldığı günlerdeyiz. Artık sadece gözleri değil; maskelerin ardında saklanan tüm o telaşlı, mutlu, kayıtsız ifadeleri de görebiliyoruz, ne güzel.
Schiphol Havalimanı, tıpkı İstanbul gibi dünyanın aktarma merkezlerinden. Yetmiş iki milletten insan, kovanlarına dönen arılar gibi etrafta vızıldanarak dolanıyor. Bitmeyen bir hareket… Asyalılar, Avrupalılar, Amerikalılar, Afrikalılar iç içe, yan yana ve müthiş bir curcunayla önümden akıp gidiyor. Tüm dünya burada. Benimle beraber. Ben de dünyadayım. Dünyalıyım.
*
Havaalanlarını neden severiz? Bize bu dünyalı hissini verdiği için mi?
İlla dış hatlara gidip, envai çeşit milletin arasına karışmaya da gerek yok; iç hatlar farklı mıdır ki? Az sonra bir uçağa binecek ve yerküreyi oluşturan tüm o şekillerin, dağların, denizlerin üzerine çıkacaksınız. Dünyayı yukarıdan, farklı bir açıdan göreceksiniz. İnsanlar, araçlar, evler, yollar, mahalleler, şehirler sırayla küçülecek küçülecek, derken artık görünmez olacak.
Tamam bir astronot kadar uzağa gitmeyeceksiniz ama bu uçuş dünyayı sizin için tek ve bütün kılacak. Az şey mi?
*
Gözlerimi havaalanı insanlarının yüzleriyle yıkadıktan sonra da bu dünyalılık halimin azalmamasını, bir süre benimle beraber kalmasını istedim ve gidip bu hissi hep diri tutan bir dergi aldım: National Geographic.
Üstelik özel “yıl sonu” sayısına denk gelmiştim. Fotoğraflarla 2022… Ama siyasi ya da tarihi fotoğraflar değil, dünyanın fotoğrafları. Alandan fotoğraflar. Kuzey Kutup Dairesi’nden, bataklıklardan, savanadan, yanardağlardan… İnsanlardan, hayvanlardan, bitkilerden… Dünya döndükçe duracak olanların fotoğrafları… Karşılaşmaların fotoğrafları…
Bu fotoğraflara saatler boyu tekrar tekrar baktım.
Baktıkça unuttuklarımızı hatırladım.
*
Bunu söylemek ağır belki ama giderek içimize dönüyoruz. İçimize doğru çöküyoruz. “Batılı mıyız, Doğulu muyuz” deyip dururduk; bu soruların ötesine geçtik, artık sadece kendi ülkemizden ibaret gibiyiz.
Geçim kaygısı, düşük gelir, kutuplaşma… Eğitimde, bilimde, sporda topyekûn gerileme… Bütün bunlarla beraber gelen bir acılaşma, katılaşma, tatsızlaşma… Yirmi yılın nihayetinde artık hiçbir soruna çözüm olamayan, istese dahi bunu nasıl yapacağına dair fikir üretemeyen bir iktidarın bizi getirip bıraktığı yer burası.
“Bunu bile iktidardan mı bileceksin” diyen varsa baştan söyleyeyim:
Evet, bunu bile! Hatta ben en çok bunu iktidardan biliyorum.
Çünkü uzayıp gittikçe çürüyüp kokan bu iktidar, verdiği birçok başka zararın yanında bir de insanları içeri kapattı. Hem kendi sınırlarının, hem kendi zihinlerinin içine… Bu iktidar, halkına Türkiye’den başka ilgilenecek bir mesele vermiyor. Türkiye dediğim de taşıyla toprağıyla gökleri ve deniziyle, her şeye rağmen insanıyla güzelim memleketimiz değil. Bu daha çok iktidara özgü bir Türkiye tahayyülü. İnşaatçıların, müteahhitlerin, dışarıdan para akışı sağlayacak zengin yabancıların ve bir dizi siyasetçiyle bürokrat esnafının işleri ve önceliklerine göre belirlenen; kitlelerin umudunu, refahını ve huzurunu habire ileri bir tarihe erteleyen bir kurgu; iktidarın yazdığı bir memleket hikâyesi… Biz buna mecburuz işte.
Dünyadan uzağız.
Günbegün daha da uzağa düşüyoruz.
İki üç fotoğrafa bakmak bile bu uzaklığı hatırlatıyor artık.
*
Şimdi dönelim dünyaya…
Pinhani’nin bir şarkısında “dön bak dünyaya” demesindeki gibi dönüp bakalım dünyaya.
Dünyayla bağımızın kesilmesinin ispatıymışçasına, onca yılın, onlarca sayının ardından artık Türkiye’de yayımlanmayan National Geographic’in elimdeki yabancı edisyonunun sayfalarını çeviriyorum. Geçen senenin dünyasına bakıyorum.
Pakistan’ın kuzeyinde geçit vermez, ıssız Hunza Vadisi… Üç genç adam, yalçın kayaların arasında kafalarına geçirdikleri, keçi kılından sakallarla tamamlanmış balkabağı maskelerle poz veriyor. Matthieu Paley’nin objektifine yansıyan hem ürkütücü hem sıcak bir poz. Star Wars filmi seti gibi. Ama bu gençler film için değil, bir düğün için oradalar. Buzul düğünü… Yörenin gelenekleri uyarınca dişi ve erkek buzulları suların bereketi için evlendiriyorlar (yani buzullardan kopardıkları büyük parçaları birbirlerine karıştırıyorlar).
Bir başka gerçeküstü an; bir başka bilimkurgu fotoğrafı… Kanarya Adaları’ndan La Palma’da patlayan, aylarca için için yanıp bir yandan lav püskürten volkanın sonrası… Bir bilim insanı lav örneği topluyor. (Fotoğrafçı: Arturo Rodriguez).
Florida bataklıklarında binlerce yılın bir örnek gecesinin fonunda sürpriz bir alev… Yakınlarda Cape Canaveral’dan fırlatılan Space X roketi, bataklık servilerinin ardında bir yıldız gibi akıyor (Mac Stone’un fotoğrafı).
Filipinler başkenti Manila’da bir sokak internet kafesi… Bir pesoya (30 kuruş) üç dört dakikalığına sosyal medyaya, Filipinler internetinde azgın bir nehir gibi akıp giden dezenformasyona bağlanma imkânı. (Fotoğrafçı: Reyes Morales)
1915’te Antartika’da batmasının üstünden 107 yıl geçtikten sonra bulunan Endurance’ın (ki “mukavemet” anlamına gelen isminin hakkını fena halde vermiş) üç bin metre derinlerden tazecik bir pozu (Falklands Maritime Heritage Trust ve National Geographic’in fotoğrafı).
Cam fanus içinde bir araba. Üzerinde kurşun delikleriyle, yeşil bir Lada. Kosova Kurtuluş Ordusu’nun (UÇK) askerlerini taşırken kurşunlanmış. Şimdi bir sembol. (Justyna Mielnikiewicz’in fotoğrafı).
Daha…
Avustralya’nın kuzeyinde, kuru otlar arasında, yerel mutfağın bir parçası olan kaplumbağalardan arayan Aborijinler (Matthew Abbott)… Pandemi sonrası tüm Caracas’a dağılan ve kenar mahallelerden başlayarak şehrin göklerini yavaş yavaş ele geçiren papağanlar (Alejandro Cegarra)…
Daha…
8430 metrede yani dünyanın tepesindeki “Balkon” denen açıklıkta oksijen tüpüne sarılmış dinlenen dağcılar (Evan Green)…
4800 kilometre yelken açtıktan sonra nihayet Sinbad masalındaki gibi sakin sulara ulaşan denizciler (Renan Öztürk)…
Daha…
Sri Lanka çöplüklerinde sığırlarla yemeklerini paylaşan, ormanlarından edilmiş filler (Brent Stirton)… Yollardan çarşılardan insanlardan taşan rengarenk Mumbai keşmekeşi (Arko Datto)…
Dünya büyük.
Ama biz artık bakmıyoruz.
*
Yaşar Kemal az sayıdaki şiirlerinden birinde şöyle demişti:
“Dünyanın ucunda bir gül açılmış, efil efil esen yele merhaba”