Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü: BIFED’in ardından
John Donne’ın dediği gibi “kimse tek başına bir ada değil, anakaranın bir parçası, bütünün bir bölümüyüz, her birimiz.” İnsanlığın en gerçek adası, kalplerimizdeki ortak bir ada aslında: Her şeye rağmen, herkes için daha iyi ve adil bir gelecek inancı… Bu yöndeki tüm çabaları ve bir adadan yaydıkları bu “ortak ada” hissi için, bu güzel festivale katkıda bulunan herkese çok teşekkürler…
“Bizim dilimizde ‘huzurlu’ diye bir kelime yok. Çünkü huzur, barış Batı’ya ait kavramlar. Burada yüz binlerce yıldır insanlar zaten uyum ve huzur içinde yaşıyor.”
“I Am The River, The River is Me” (Ben Nehirim; Nehir, Benim) adlı belgesel filmde Maori asıllı birinin “dilinizde huzurlu kelimesinin karşılığı ne?” sorusuna bu cevabı beni çok etkiledi. Öyle ya, “huzurlu balıkçı kasabası” ya da mesela ada hayalleri kurmak için gerçekten huzursuz bir yerde olmak gerekir. Bu kadar büyük ikiliklerin olduğu toplumlarda ve tabii dünyanın genelinde, huzur diye bir şey pek yoktur. Kadın, çocuk ve hayvan cinayetlerinin dehşetinin hiç hız kesmediği, yoğun bir geleceksizlik hissinin kara bulut gibi tepeden inmediği bir ülkede hele, hiç yoktur. Yalnızca huzurlu anlar ve mekanlar vardır ve “herkes için huzur”u yaratmaya dönük, gerçek çabalar…
Bu yıl 11.si düzenlenen Bozcaada Uluslararası Ekolojik Filmler Festivali beni galiba en çok, bu yönleriyle, huzur kavramı üzerine düşündürdü. Boğazımıza kadar Türkiye ve İstanbul’a batmışız. Trafik, kaos, havadaki genel gerilimin üstüne artan şiddetin oluşturduğu “eril gerilim hattı” bazen nefes aldırmıyor. Bu hal içinde 9-13 Ekim’de düzenlenen dört ada günü kuşkusuz çok iyi geldi, öncelikle. Gözünüzü nereye çevirseniz bir güzellik görüyorsunuz. Her yere yürüyerek gidebiliyor, kapınızı kilitlemeyi rahatlıkla unutabiliyorsunuz. Kediler ve köpekler çok mutlu ve özgür ki bir yerde huzurun başlıca ölçütlerinden biri budur. Festival boyu Can Candan hocanın siyah kadife köpeği Mila başta olmak üzere pek çok gösterimde köpekler vardı. Festivalin maskotu Viski vardı bir de ki “sahipli” olduğu halde Geyikli feribotuna atlayıp arada bir seyahat edip dönmek gibi bir huyunun olduğunu öğrendik. Öyle bir rahatlık hali yani çünkü bu insan, daha doğrusu “yetişkin beyaz statü sahibi erkek” merkezli bir festival değil. Seçilen filmlerden, köpekler ve çocukların yetişkinlerle birlikte rahatlıkla gösterimlere katılabilmesine ve beş jüri üyesinden dördünün kadın olmasına kadar her konuda gözleyebiliyorsunuz bunu. (Festivalin kadın olmayan tek jüri üyesi Simon el-Habre Lübnan'daki bombalamalar, Gazze'de ve tüm bölgede devam eden savaş nedeniyle online jüride bile yer alamamış maalesef…)
Festivalin 35 filmden oluşan, görece küçük ama güçlü seçkisinde de “ekoloji” kavramının aslında ne kadar kendiliğinden politik olduğunu görebiliyoruz. Kolonizasyon, azınlıklar, emek sömürüsü ve içinde kadın emeği sömürüsü, kadın yoksulluğu, haksızlık ve adalet temaları yoğundu filmlerde. Yazı başında alıntıladığım belgeselde Maori kabile lideri Ned Tapa, bir grup arkadaşını ve ailesini, dünyada tüzel kişi olarak tanınan ilk nehir olan Aotearoa/Yeni Zelanda'daki Whanganui Nehri'nde kano gezisine çıkarıyor. Nehrin akışıyla insan yaşamının ne denli iç içe geçtiğini ve buradaki ahengin hayatiliğini çarpıcı bir görsellik ve ses düzeniyle anlatan film, festivalde bu yıl ilk kez verilen İdil Schneider-Bulut Ses Ödülü’nün sahibi oldu.
Festivalin ilgi çekici özelliklerinden biri, çoğu son derece genç ama adanmış, sempatik ve özenli kişilerden oluşan ekibinin gösterim başladıktan sonra giriş çıkışlara asla müsaade etmeme yönündeki net tutumuydu. Ki pek çok uzun film de vardı ama bu kural “izleyici dikkatini dağıtmamak” açısından önemliydi. Kural ve saygı olmadan huzur da olmuyor.
Uzunluk demişken, festivalde (ikinci büyük ödül sayılan) Madame Melpo ödülü tam 2,5 saatlik bir belgesele, Johan Grimonprez'in "Bir Darbenin Film Müziği" adlı filmine verildi. Film, kalın bir kurgu dışı kitabı (ya da bir mini seriyi) rahatlıkla doldurabilecek zor, yoğun ve karmaşık malzemesini yenilikçi bir formatla bu uzunlukta izletebilmesi bakımından gerçekten önemliydi. Kongo'yu harap eden ve sonuçları hala süren uluslararası politikanın ve acımasız sömürge yönetiminin tarihini pek çok yönden ele alan film neredeyse tümü arşiv görüntülerden oluşan bir belgeselde temaya da içkin etkili müzik kullanımı ve “dramatik kurgu”nun önemini göstermesi bakımından da değerliydi. Ben yine de çok zaruri değilse, bu gibi istisnalar haricinde bir belgeselin süresinin bir saati aşmasından pek yana değilim. Bu da belgesel ruhunu korurken dikkati de aşındırmamak gibi “dramatik” bir temele dayanıyor. Sözgelimi deprem döneminde büyük özverilerle çektiği değerli Hatay: 5-15 Şubat 2024 filminin 1,5 saatlik süresi için İmre Azem büyük alçakgönüllülük ve içtenlikle özür diledi. Ki film bu uzunluğu hissettirmediği gibi “gerekçesi” de gayet yerindeydi: Orada o anda yaşanan acılar ve hikayeler içinden bir “seçim yapma”nın, yapanın vicdanına dokunması. Böyle bir gerekçe yoksa ve olaylar ya da “malzeme” ile araya yeterli mesafe girmişse süreyi, malzeme elverdiğince kısa tutmak belgeselin lehine oluyor. Çünkü araya bir bakış açısı, kamera, kurgu girdiği için bile sırf, biliyoruz ki belgeseller de kısmen “kurmaca eserler”. Öte yandan gerçeği ve gerçek insan hikayelerini olabildiğince sade ve adil biçimde anlatmak gibi bir misyonları da var. Bu anlamda çok manipülatif olmadan, dikkat çekecek, yenilikçi yolları ve belli oranlarda “hikaye etme”yi elbette kullanmakla beraber (çoğunlukla) bir kurmacadan daha fazla mesafe kurmak zorundalar: Bu da sözgelimi popüler anlatıya kıyasla izleyiciden çok daha fazla dikkat talep eden bir şey. Özetle, süre meselesine dikkat diyorum, belgesellerde. Bu yılki seçkide arşive dayalı ya da “arşiv belgeseli” diyebileceğimiz türün güzel örneklerini izledik. Festivalin açılış filmi olan, Nariman Massoumi’nin yönettiği, şair Dylan Thomas’ın pek bilinmeyen sinemacı, metin yazarı tarafının bir İngiliz- İran petrol şirketiyle imtihanını, şairin metinlerini seslendiren Martin Sheen’in de katkısıyla etkileyici bir lirizmle anlatan “Yangına Petrolle Gitmek” de bunlardan biriydi. Festivaldeki iki deprem filminden biri olan “Karanlıkta Şarkı Söylemek” de “ağlatma amacı gütmeden, ajite etmeden ağlatan” filmlerden. Ethem Özgüven’in yönettiği film, Hatay Akademi Senfoni Orkestrası’nın, depremden sonra hem kaybettikleri arkadaşlarının anısını canlı tutmak hem dayanışma hem de “sanatın gücüyle yara sarmak” için çıktıkları turnelere eşlik ediyor. Filmde geçen deprem hikayelerine de eşlik eden bu ‘som’ acı, yas ve sanatla direnme müziği, belgeselle o kadar bütünleşiyor ki… Dengelerini çok iyi kurmuş bir toplumsal hafıza ve “her şeye rağmen umut” filmi. İlk kez bu festivalde izleyiciyle buluşan “Biz Radyoyu Çok Sevdik” filmi, izleyenlerin çoğu gibi benim de en sevdiklerimden oldu. TRT’nin ilk yıllarında sınavla kadroya alınan radyocu kadınlar kuşağının darbelerle özerkliği hemencecik ortadan kalkan kurumdaki içeriksel sansürden “mini etek, pantolon giyinmeyin” müdahalelerine, bütçesizlik başta türlü çelmeye rağmen heyecanla, aşkla, toplumda bir şeylerin değişmesine duydukları inanç ve kuşkusuz “kız neşesi” ile yaptıkları sayısız olağanüstü programın da hikayesini anlatıyor. Mini bir 60’lardan bu yana Türkiye tarihi ama hiç dağılmıyor, malzemesini çok güzel sınırlandırıyor. Oldukça da feminist bir film. Zaten “ikincil”, TV’ye kıyasla önemsiz görüldüğü için kadınlara bırakılan radyonun nasıl bir” çatlaktan sızan” umuda dönüşebildiğini anlatıyor. Her şey, özellikle sansür hikayeleri çok ilginç, trajikomik. Selma Özinanır’ın anlattığı “çengel diyemezdik çünkü Engels’i çağrıştırıyordu” örneğini versem yeter. Filme katılan bütün kadın radyocular ilerleyen yaşlarına rağmen müthiş karizmatik, dimdik. Filmin yönetmenleri Nazan Haydari, Özden Çankaya ve Cem Hakverdi’ye teşekkürler. Açık Radyo karasal yayın lisans iptalinin yürekleri kararttığı bugünlerde hele, nerede rastlarsanız izleyin. Nereden, nasıl yeşerirse yeşersin kadın hareketinin ve radyonun gücünü göreceksiniz.
“Eşitlik” teması festivale o denli işlemiş ki, ödüller dağıtılırken bile bildik “birinciyi sona saklamak” gerilimi kullanılmamış. İlk olarak birincilik ödülünün açıklanması coolluğu beni gülümsetti.
Bu yılki festivalde Fethi Kayaalp Büyük Ödülü’nü, çok beğendiğim bir film aldı: “Twice Colonized” (İki Kere Sömürgeleştirilmiş). Aaaju Peter’in yazıp kendi hikayesini canlandırdığı filmin yönetmeni Lin Alluna. Halkının hakları için ömür boyu mücadele eden İnuit avukat Aaju Peter’ın oğlunun beklenmedik intiharından sonra hem kendi kişisel tarihinin yaralarını sarmak hem de halkı için adalet için çıktığı yolculuğunu anlatıyor. Aaju çok renkli bir kadın ve çok baskın bir figür olarak filme damgasını vuruyor ama film hem “kadın deneyimi”ni çok çıplak ve cesur bir dille anlatıyor hem de toplumsal travmanın kişisel olanla ne kadar iç içe geçebildiğini… Yazının başlığı da bu filmden.
Festivaldeki güzel kapanış konuşmasında Nigar Mat, hem açık radyo lisans iptalini hem de Gebze’deki hayvan katliamını kınadı. Bozcaada Belediye Başkanı Yahya Göztepe de benzer hususlara değinen iyi bir konuşma yaptı. Festival Yönetmeni Petra Holzer, “Dünyayı değiştirmek, sevgi ve barışı geleceğimizin ana kaygısı haline getirmek için hep birlikte küçük adımlar… Artık savunuculara ihtiyacımızın olmadığı bir dünya; çünkü hepimiz savunmasızları, doğayı, hayvanları, zayıfları savunuyoruz” dedi. Festival Koordinatörü Ethem Özgüven de küçük ama güçlü bir seçkiyi tercih etmelerinin nedenlerini vurguladı. “Festivallere gönderilen filmlerin çoğu üçüncü dünya ülkelerinin sorunlarıyla ilgili ve bu belgeselleri çeken yönetmenlerin çoğunluğu da birinci dünya ülkesinden, kısacası acılar da sömürülüyor” gibi dikkat çekici bir yorumda bulundu.
John Donne’ın dediği gibi “kimse tek başına bir ada değil, anakaranın bir parçası, bütünün bir bölümüyüz, her birimiz.” İnsanlığın en gerçek adası, kalplerimizdeki ortak bir ada aslında: Her şeye rağmen, herkes için daha iyi ve adil bir gelecek inancı… Bu yöndeki tüm çabaları ve bir adadan yaydıkları bu “ortak ada” hissi için, bu güzel festivale katkıda bulunan herkese çok teşekkürler…