Hayat bazen böyle mükemmel cilveler üretiyor işte. Sapın samanın, gürültünün ve cam kırıklarının altına saklanmış hakikatler, bizzat onu saklayanların sözlerinde tecelli ediyor. AKP’nin Medya ve Tanıtım Başkan Yardımcısı Emre Cemil Ayvalı’nın CNN Türk’te, son derece ‘anlamlı’ bir kadronun huzurunda söylediklerinden bahsediyorum. Gelin önce Ayvalı’nın sözlerini hatırlayalım.
“Medya ve Tanıtım Başkan Yardımcısı” koltuğunun, kısa süre içinde bacaklarının arasından kayıp gitmesine neden olacak şekilde şunları söylüyor Ayvalı: “FETÖ’yle AK Parti kol kola diyorsunuz. FETÖ’yle AK Parti geçmişte bürokraside kol kola girdiyse şayet, bunu da farklı darbecileri tasfiye etmek için yaptı. Eski devlet düzeyindeki atama düzeni şöyleydi: 2002’de ben iktidara gelmişim, sene 2007-2008. Benim bir müsteşar atamam için bu adamın genel müdür olarak 12 yılı doldurması lazım. Ben sanki kendi kadrolarımla geldim de, çok mücadele etmek gücüm vardı, muktedirdim de böyle bir fanteziye mi girdim? Hayır. Bir tarafta darbeci Kemalist gelenek vardı, bir tarafta FETÖ vardı. Bunları birbirine kırdırmak suretiyle yol almak mecburiyetinde kaldım. Mesele budur.”
Bu muhteşem berraklıktaki beyanı, gaz kaçırır gibi, dikişlerini patlatır gibi kontrolsüzce ortalığa saçarken, yıllardır çok alışkın olduğumuz bir üslup da kullanıyor: Cüretkâr ve saldırgan/suçlayıcı sözcükler seçerek, sesini tehdit edici şekilde perde perde yükselterek, gövdesini bir zorba gibi öne doğru çıkararak, kaş çatarak, parmak sallayarak konuşuyor. Biçim içerikle, üslup sözle harikulade bir bütünlük oluşturuyor. Ve bu performansın içinden hakikat ışıyor. Her yeri, her şeyi ele geçirmenin yanıltıcı özgüveniyle, en tepeden aşağılara doğru salkım saçak inen “söylediklerinin sonuçlarına maruz kalmama” ayrıcalığının kendisinde de olduğu yanılgısıyla ‘hata’ yapıyor. Hakikat de dürüstlükten değil bu hatadan, onu dile getirenin iyiliğinden değil kusurlarından uzatıyor başını, öç alır gibi.
Ayvalı’nın sözleri geçmişe dair bir ‘itiraf’ elbette. Ama oradan ışıyan gerçekler, bugün için de ufuk açıcı anahtarlar veriyor. Hâlâ bazı ‘muhalif’lerin de gölgesine sığınarak Saray’a dostça uyarı mektupları yazdıkları “kandırıldık” söylemini birkaç saniye içinde yerle bir ediyor örneğin. “FETÖ’yle AK Parti geçmişte bürokraside kol kola girdiyse şayet, bunu da farklı darbecileri tasfiye etmek için yaptı” deyiveriyor Ayvalı. 2000’li yılların ikinci yarısında sivil ve askeri bürokraside, bütün bir devlet mimarisinde yaşanan gerilime dair bir ittifak stratejisi izlendiği gerçeğini dile getiriyor çarpıcı şekilde: Kol kola girdik, diyor. Devlete kadrolarıyla yerleşmek için, onun mimarisine usul dışı müdahalede bulunduklarını, bu yolda ‘darbeci Kemalist gelenek’ ile ‘FETÖ’yü birbirine kırdırdıklarını anlatıyor, tane tane. İktidarı ele geçirmek, devlette kadrolaşmak, devletin kendisi haline gelmek için uyguladıkları bu stratejiye, açık yüreklilikle, gönül ve ağız dolusu sahip çıkıyor. Ahlaki bir kusur görmüyor tüm bunlarda. Ya da öyle bir kusur varsa bile, bu ayıbın, bu hilelerin kendileri için mubah olduğunu söylemiş oluyor. Vaktiyle “günah işleme özgürlüğü” diye zikredilen ilkesizliğin bir başka katmanını açık ediyor. Düşünme ve davranma biçimlerinde, doktrinasyonlarında sabit olan bu metotların her dönem kullanılabileceğini; geçmişte bürokrasiyi fethetmek için yapılanların, onu elde tutmak için tekrar ve tekrar yapılmasının önünde hiçbir engel olmadığını zımnen kabul ediyor. Ve esasen de bu noktada günümüz için çok daha anlamlı bir çerçeve çizmiş oluyor.
* * *
Ergenekon ve Balyoz operasyonlarında tutuklanan, uzun süreler cezaevinde tutulan, sonra “kandırıldık, meğer ordumuza kumpas kuruluyormuş” argümanıyla tahliye ve nihayetinde beraat ettirilen, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile emekli albay Dursun Çiçek, bugün savcılıkta ifade verecekler. İlker Başbuğ, geçtiğimiz ocak ayının sonunda katıldığı bir TV programında “FETÖ'nün siyasi ayağı” tartışmalarına ilişkin olarak, "26 Haziran 2009'daki kanun teklifini kim hazırladı? Araştırılsın" demiş, yaklaşık 1 hafta sonra Erdoğan AKP grup toplantısında bu sözlere “Boru göstermeye benzemez” diye yanıt vererek dava açacaklarını söylemiş ve o teklifte imzası bulunan 6 AKP’li vekil de hemen ertesi gün suç duyurusunda bulunmuştu. Başbuğ ve çeşitli açıklamalarla ona destek veren Dursun Çiçek’in ifade verecekleri dosya bu.
Şubat ayında ortaya çıkan bu gerilim, aslında bir süredir gerilim biriktirdiği anlaşılan bir fay hattının kırılmasıydı. Müstafi AKP Medya Tanıtım başkan yardımcısı Ayvalı’nın, “kol kola girdik” ve “birbirlerine kırdırdık” gibi sözlerle veciz şekilde ifade ettiği süreç; Türkiye kapitalist devletinin bir dönüşüm ihtiyacı anında, pek çok haksızlık ve mağdur yaratarak işleyen ve hem ordu hem de sivil bürokraside çok geniş kapsamlı tasfiyeler yaratan bir süreçti. Bu tasfiyelerin artçı etkileri başta medya olmak üzere pek çok başka alanda da bir ‘nüfuz genişletme’ olanağı sağlamıştı. Ancak yine yolumuzu bulmak için ‘Ayvalı pusulası’ndan yararlanarak söylersek, bu genişleyen nüfuz alanını dolduracak daha tecrübeli ve yetenekli kadrolar AKP’nin değil Cemaat’in haznesindeydi. Ne diyor Ayvalı, hiç gocunmadan: “Ben sanki kendi kadrolarımla geldim de, çok mücadele etmek gücüm vardı, muktedirdim de böyle bir fanteziye mi girdim?” İşimizi pek kolaylaştırıyor sağ olsun.
Sonra varlıkları bu fetih sürecini bir ‘fantezi’ olmaktan çıkaran Cemaat ile nasıl bir kavgaya tutuştukları malum. 2013’ten itibaren, esasen de tasfiyeler tamamlanmış, başta ordu ve güvenlik bürokrasisi ile yargıda ‘istenenler’ elde edilmişken ortaklık denklemi bozuldu. 2013 ile 2016 arası sürekli bir olağanüstülük ile sağlanabilen kırılgan istikrarıyla, bu kavgaya ait bir ‘ara dönem’di. 15 Temmuz 2016’da başlayan yeni bir süreçte ise AKP Cemaat’i kesin bir yenilgiye uğrattı. Şimdi yapılacak olan ‘tasfiyecilerin tasfiyesi’ idi. Ancak tıpkı ‘kumpas davalar’ döneminde özellikle kadro yeteneği ve birikimleri açısından ittifaka zorunlu kalmaları gibi, bu kez de ‘sadece kendi güçleri’ ile yönetemeyecekleri bir safhadaydılar. 15 Temmuz darbe girişimi, yeni bir denklem için tutamak oldu. İttifaklar değişti. AKP, neredeyse kendi iktidarı öncesinin muktedirleriyle ‘kol kola’ yürümek zorundaydı artık. Ve bunda da o kadar ilkesiz ve asalak bir ‘yol arkadaşı’ oldular ki tasfiyecilerin tasfiyesi tamamlandıktan sonra yeni bir hesaplaşmanın gelmesi kaçınılmazdı. Ve tabii bu ‘hesaplaşma’ da, tıpkı 2001 ve sonrasındaki gibi, toplumu sarsan ve halk sınıflarının sisteme rızasının kaybolmakta olduğu koşullarda ortaya çıkacaktı. Sonuçlarının ne olacağı hemen herkes için malum olan “FETÖ’nün siyasi ayağı ortaya çıkartılsın” tartışmalarının 2020’nin ilk aylarında sökün etmesi bu açıdan anlamlıdır.
Salgın kriziyle ertelenen bu gerilim, ‘normalleşme’ kervanına katılıyor ve yeniden zuhur ediyor. İlker Başbuğ ve Dursun Çiçek’in ifadeye gitmesinden kısa süre önce bazı gazetecilerin ‘casusluk’ suçlamasıyla hapsedilmesi; bu operasyonların da tıpkı Ayvalı’nın kavram paketindeki gibi ‘darbecilerin tasfiyesi’ söylemlerinin yeniden gün yüzüne çıkmasıyla eş zamanlı olması; farklı kesimlere doğru genişleme eğiliminin hissedilmesi ve “2. Ergenekon süreci” adlandırmalarının açıkça ifade edilir hale gelmesi; iktidar basınında yazan eski istihbaratçıların buna dair işaretler vermesi; ağustostaki YAŞ’ta kapsamlı tasfiyelerin olacağı söylentilerinin yine aynı gerilim etrafında ayyuka çıkması tesadüf değil kuşkusuz.
* * *
Bugün Erdoğan’la Başbuğ ya da Erdoğan’la Kılıçdaroğlu arasında yaşanıyormuş gibi görünen mahsuplaşma, sermaye devletinin yeni bir kriz anındaki dönüşüm ihtiyacı karşısında pozisyon almadır biraz da… Türkiye’nin “sivilleşme”, “demokratikleşme”, “AB ile uyum” gibi süslü sözlerle içinden geçtiği, ardından TSK merkezli değil de Saray merkezli bir vesayete dönüşen, tıpkı öncekiler gibi tepeden inme, toplumsallıktan mahrum restorasyonu geri dönülmez şekilde tıkanmıştır. Yeni bir restorasyon ihtiyacı kapıya dayanmışken, geçmişin sabıkaları üzerindeki kavga, geleceğin aktörlerini belirlemede önemli olacaktır.
Bu alıntı, salgın koşullarında ertelenen kavganın, bir tür mahsuplaşmanın alenen ortaya çıktığı şubat ayındaki bir yazıdan... Belli ki o kaçınılmaz mahsuplaşmada hamle avantajı arıyor; daha da ağırlaşacak ekonomik, siyasal, toplumsal koşulları gözeterek gerilimi erkene çağırıyor iktidar. Ve istifayla sonuçlanan itiraf tiradı böyle bir anda, Marx’tan ödünç alarak söylersek, duru gökte çakan bir şimşek etkisi gösteriyor.