“Bazen o kadar çok ağlıyorum ki gözyaşına dönüşecekmişim gibi
hissediyorum.”
Can Yücel
Bu sözü bu biçimde alıntılayarak ortamlara yepyeni bir Can Yücel
sözü salma riskini almış bulunuyorum. Rahmetli şair gün geçmiyor ki
sosyal medyada, söylediğinden haberdar olmadığı bir sözle
anılmasın. Bu durum karşısında büyüklerin deyişiyle mezarında dik
mi oturuyordur, orijinal küfürlerinden birini mi savuruyordur,
bilmiyorum. İşin komiği hiç ummadığımız insanlar bile “o şair böyle
bir söz eder mi ki?” diye bile düşünmeden şap diye sayfasına
yapıştırabiliyor kopyayı. Aforizma ve “üfürizma”lar çağında minik
birer Can Yücel, Cemal Süreya, Sabahattin Ali sözü jeneratörü gibi
herkes. Warhol’un meşhur deyişinden uyarlarsak, “bir gün her söz on
beş dakikalığına aforizma olacak.”
Bu anonimleştirme- keyfe keder kopyalayıp yapıştırma ve çiğneyip
tüketme süreci, cümlelerin başına bela değil sadece. Keşfetmenin
hazzı yerini taklit etmenin konforuna, üretmeye duyulan heves
başkalarının üretimlerini hunharca yargılamanın karşı konulamaz
hazzına dönüştüğünden beri her şey bir acayip. Bu “den beri”nin
izini sürmek güç olsa da sosyal medyanın bu işte epey parmağının
olduğunu söylemek mümkün. Gerçi sosyal medya söz konusu olduğunda
hep bir yumurta mı tavuktan, tilki mi kümesten durumu oluyor.
Sonuçlarına bakarsak, hayranlığın yerini göz açıp kapayıncaya dek
nefrete bırakabildiği, hep uçlarla tanımlanan bir dünya bu. Bir
film, bir dizi, bir şarkı, sık sık da bir sanatçı derin
kutuplaşmalara, kanlı söz düellolarına sebep olabiliyor.
Başka yansımaları da var bu durumun. Mesela herkes star ve
aslında kimse o kadar da star değil. Herkes kendi sayfasında bir
yıldız gibi görünebiliyor, yıldızlarsa hiç olmadıkları kadar yakın.
Sosyal medya aracılığıyla oyuncuların, şarkıcıların kullandığı
yatak çarşafından dibi gelmiş saç boyasına her şeyini
görebiliyoruz. Bu bitimsiz “kahve qeyfi” dünyasında “ünlü yazar” da
artık o gizemli, burnundan kıl aldırmayan şahsiyet değil. Kendini
göstermesi, sevdirmesi, fan üretmesi, takipçileriyle düzenli olarak
ilgilenmesi gereken biri. Tüm bunların iyi yanları da var elbette.
Sahne ışığından ve “şu an, şimdi” sevilmenin hazzından herkes bir
nebze nasiplenmiş oluyor. Bu hız ve görünürlük merakı üretmekten
çok tüketmeye, sindirmeksizin paylaşmaya, kitabı okumadan yanına
kahveyi yapıştırıp ‘layk’a tahvil etmeye yol açmasaydı şahaneydi
hatta. Ama tüm bunlar paket halinde geliyor. Rengarenkliğine kanıp
elini içine daldırırsanız beğeni dünyanızı oynar başlıklı bıçağıyla
paramparça edecek bir mikserin içinde. Turbo modunda hayranlık on
saniyede nefrete, sevecenlik hasede, aşk şiddete dönüşebiliyor.
Mabel Matiz’in birkaç gün önce Instagram hesabından yaptığı
paylaşım bana önce yukarıda alıntıladığım sözü, sonra tüm bunları
düşündürdü. Can Yücel’e ait değil tabii söz, bu yılın en iyi film
Oscar’ını kazanan Moonlight filminden bir alıntı. Barry Jenkins’in
filmi, ana karakterinin hayatının üç dönemini anlatan siyah,
eşcinsel bir büyüme, kendini bulma, özgürleşme hikâyesi. Filmin
bitiminde kalan his, masmavi, incecik bir hüzün oluyor. Mabel
Matiz’in paylaşımı da bende bu hissi bıraktı. Akabinde sosyal
medyada yazılanlara baktım. Çoğu kınama içerikli paylaşımların bir
kısmı “napacaksın, hayranlık da var pakette nefret de, meyve veren
ağaç taşlanır, aldırma Mabel Matiz’im” vurgusu taşıyordu. Elbette
Matiz’in yaşadığının yukarıda özetlenmeye çalışılanlarla çok ilgisi
var. Ama hele de bizimki gibi bir ülkede konuyu esas olarak
toplumsal cinsiyet ve bu konudaki giderek şiddetlenen
ikiyüzlülük/ağır riya bağlamında görmemek de mümkün değil.
Olay şöyle gelişiyor: Mabel Matiz Konya’da Mevlâna türbesini
ziyaret ettiği sırada iki hayranı gelip kibarca fotoğraf çektirmek
istiyor. Kabul ediyor, fotoğraf çekiliyor, hayran memnun, sanatçı
memnun. Akabinde başka bir hayranının uyarısıyla Instagram’a konan
fotoğrafın altındaki homofobik yorumu görüyor: “Topsun mopsun ama
birkaç şarkın güzel” (‘gülmekten yarılma’ emojisi). Yapış yapış bir
ikiyüzlülük, dalga geçme ardına saklanan endişe, durumu her
bakımdan beğeniye tahvil etme arzusunun peşinde insanlıktan çıkma
başta, günümüz Türkiye’sine dair kan donduran ne ararsanız var bu
homofobik cümle içinde...
Mabel Matiz’in durumdan üzüntüsünü dile getirdiği çok içten, çok
ölçülü açıklamasının metnine buradan ulaşabilirsiniz: https://www.gazeteduvar.com.tr/hayat/2017/03/09/mabel-matiz-top-tufek-donme-diye-yaralayamazsiniz/
Çocukluğunda başlayan, tanınırlığıyla paralel artan bu tavra çok
alıştığını, bu olayın yine de farklı biçimde içini cız ettirdiğini
söylemiş. Olayın gerçekleştiği yere de ayrıca dikkat çekmiş ki
mekânın ironik ötesiliği nedeniyle bu da çok doğal. Mesele,
yüzlerce övgü arasında bir de hakaret, tatsız söz işitmek değil
yani. Durumdan insani açıdan incindiği ve bu incinmeyi de hiç
abartmadığı muhakkak. İnsanın kendini bıraktığı bir yakınlık,
samimiyet anına ummadığı yerden çirkef sıçradığı herhangi bir
durumda hissedebileceklerini hissetmiş tam olarak.
Ünlülerin hiç olmadığı kadar yakın olabildiği bu çağda ünlü bir
müzisyen şehrinize, semtinize geliyor. Fotoğraf çektirme isteğinizi
kırmıyor. Böylece belki nice hüznünüze, aşk acınıza, coşkunuza
şarkılarıyla eşlik etmiş biriyle aynı karede görünme şansını elde
ediyorsunuz. Ama işte, fotoğrafı paylaşırken birden sanatçının
cinsel kimliğine ayılıp “şimdi beni de ‘homo’ sanmasınlar? Lan?!”
hissine kapılıp paylaşımınızı korkunç bir hakarete dönüştürmeden
edemiyorsunuz. Bir taşla beş kuş artı havai fişekler. Etinden
sütünden, sazından sözünden ‘layk’ından yararlandığınız yetmedi,
erkekliğe de halel getirmediniz, bravo!
Durumun aşağı yukarı böyle gelişmiş olması yüksek ihtimal. Başka
türlüsü de mümkün tabii. “Hayran”, hayran bile olmayabilir, Mabel
Matiz’i pek tanımayıp arkadaşının dürtmesiyle ünlüyle fotoğraf
olanağını kaçırmak istememiş, hızlı bir Google taramasını homofobik
endişeler takip etmiş olabilir. Her ihtimalin arkasında illa
sırıtkan bir riya var. Eşcinselliği ancak fırfırlı, peruklu,
efemine konuşmalı bir TV gülmece malzemesi halinde kucaklayıp
ardındaki insanı ve kimlik mücadelesini de görmeyi reddeden riya.
Peşinden koşulan bir travestiyi bir haz ve “günah” gecesini takiben
bıçaklatan riya. Sapına kadar erkek kalmayabileceği endişesiyle
gökkuşağının altından bile geçmekten ürken riya. Kadın, erkek,
LGBTİ herkesin hayatını karartan çok eski, çok toplumsal, çok pis
bir riya.
“Yemleriniz kafa yapıyor ama gördüm geçici,
Dişleriniz canıma batıyor ama can da uçucu,
Neşelerimizi köşeleriniz ile değiştirirken,
Düşlere masallara kirli konumlar giydirdiniz” diyor, “Barışırsa
Ruhum” adlı şarkısında Mabel Matiz.
“Dünyayı assan da beni kessen de
Bu şarkı bitmez
Bu müzik susmaz” diyor. Bitmesin. Renk, şarkı, dans, düşünce ve
hayat susmasın. Geniş geniş bir riyalar denizi hepimizi
yutmasın.