Dün akşam Taksim civarına taşınan polis barikatlarına baka baka
eve dönerken ülkemizle bir defa daha gurur duydum. Devlet ayakta,
polis varlığımıza yönelik muazzam tehlikeyi bertaraf etmeye kararlı
ve ehil, bekâmız garanti altındaydı. Düşman asla buralara gelemez,
bağıramaz çağıramaz, yürüyemez, bu aziz milletin bugününü yarınını
tehdit edemezdi. Bunu aklından geçirirse başına geleceği
görürdü.
Ve tabiî esas olarak, o menfur hareketlere katılmayan değerli
vatandaşlarımız -yani kendilerini devlet kurumları karşısında
kıymeti harbiyesi var sanan bura sakinleri-, devletin millet
huzurunu, aile düzenini bozucu, yıkıcı, bölücü, ahlâksızca
faaliyetleri önlemekteki kararlılığını bedenlerinde hissetmenin
yanısıra, bu tür hareketlere kalkışanların kendilerine verdiği
zararın şuuruna varmalı, düşmana tıpkı bizi yönetenler gibi düşman
olmalıydılar. Düşmanla düşman olunmalıydı.
8 Mart vesilesiyle yaratılan dehşet ortamı, artık doğrudan 1
Mayıs’lardakine benziyor ve yavaş yavaş kurumlaşıyor. Ya Taksim’de,
İstiklal Caddesi’nde kadın yürüyüşü yapılırsa! Korkunç bir şey,
allah saklasın!
Burada şu meşhur ve geleneksel kazan hikâyesinin bir başka
uygulaması görülüyor. Yavaş yavaş ısıtılan kazandaki kurbağa
öyküsü.
Türkiye muhalif kültürü -mâlûm yapısal zaaflarından ötürü- ne
yazık ki bu öykü AKP iktidarıyla ve “dincilik” mevzusuyla başlamış
gibi davranır. Bu kısıtlayıcılık hakikate olduğu kadar, memleket
tarihine ve belki başta kendi tarihine ters düşmesine rağmen.
Üstelik burada bu yavaş yavaş kaynatma yönteminin bize özgü,
düzenli yükselen eğriyle değil matkabın darbeli tarafının çalışma
tarzıyla benzerlik gösteren bir şekli var. Burada istenmeyen kişi
ve grupların içine atıldığı kaynar kazanların yavaş yavaş
ısıtıldığı hiç görülmedi. Ateşler birden harlandı, bazen köklendi,
her kim tukakaysa kaynamış taşan pis suyun içine fırlatıldı. Sonra
da, biliyorsunuz, -özel eziyet keyfi istisna olmaz üzere-
cehennemdeki zebanisiz kazanlar örnek alınarak, başına polisti,
jandarmaydı, özel güvenlikti, kimseyi koymaya gerek bulunmaksızın
kazandakiler birbirlerini aşağı çektiğinden, kazana insan atanlar
zorlanmadan hüküm sürdü.
Ayrıca su zaten yüzyılların zehriyle ilk temasta derinizi
soyacak kadar tehlikeli hale gelmiş; atılan zor iflah oluyor.
Kazana atılan hayat belirtileri gösterse de orada kalmasında
sakınca görülmüyor. Çünkü kazandan miting alanlarına, televizyon
stüdyolarına, Ankara’ya falan ulaşılamaz. Birileri kazara oradan
çıkmayı başarsa bile bir ara kazana atılmış oldukları her
hallerinden anlaşılacağından pek çok kimse nezdinde yanına
yanaşılmaz, dediğine kulak verilmez, hele zinhar birlikte yürünmez
kılınıyorlar. (Ki bu mekanizma muhalif evrenimizde de aynen böyle
işler.) Kaldı ki, değil kazandan çıkmak, zehirli eriyiğin yüzeyine
ulaşıp nefes almak bile imkânsız denecek kadar zor, çünkü kazandaki
başkaları sizi aşağı çeker. Mâlûm geleneksel mesel işte: bizim
atıldığımız kazanın başına cehennemde bile zebani, özel güvenlikçi
falan dikmeye gerek yoktur, çünkü oraya atılmış olanlar
birbirlerinin yukarı çıkmasına engel olur. Memleketin zebanisiz
kazanlı idare şekli, önümüzdeki dönemlerde yapay zekânın yapacağı
gibi, kendini kopyalamış, küçük klonlarını üretmiş, toplum
hayatının gerekli bütün uzuvlarına, hassas alanlarda hücrelerine
yerleşmiştir.
Yine de kaynayan kazan uygulamasında her zaman prosedüre uygun
davranıldığı sanılmamalı. Çünkü bizde her şeyden önce egemenlerin
öyle uzun boylu sabrı yoktur. Yok efendim, ısınacak da, kaynayacak
da, bunlar birbirlerini aşağı çekecek de… bunlar bazen gereksiz
yere gereksiz ölçüde yorucu olurlar ve muktedir katından birileri
buyurur, vazifeliler gelip kazanı devirir, etrafa saçılan haşaratı
kepçelerle tokmaklarla vura vura ezer, yok eder.
İş tenkil kısmına geldiğinde işler kolay. Alışılmış, bildik,
tecrübe kazanılmış, defalarca tekrarlanmış…
Ve fakat toplumun terbiye edilmesi faslı ne olacak?
Taksim civarına dizilen polis barikatlarının, yığılan onca
polisin yarattığı olağanüstü hal manzarasının, pek çok caddenin,
sokağın kapatılmasının, kolay kolay aşılamayan engellerin, sokak
başlarında, evine gitmek istediğini ispat için dil dökerek
geçilebilen resmî giriş-çıkış kapıları oluşturulmasının, özellikle
oralarda yaşayanların hayatını zorlaştırması ve bu kalabalık,
cıvıltılı yörenin olağan hareketliliğini bozması, evinde oturanı
bile pencereden baktığında tedirgin etmesi garantili önlemlerin,
bütün bu operasyonun sahici hedefi nedir? Kadın yürüyüşünü
önlemek?? Haydi canım!..
Burada ciddî ciddî kaynayan kazan uygulaması var. Aynı zamanda,
ne vakit kaynayan kazan uygulaması için gerekli sabır gösterildiği,
ne vakit gösterilmeyeceği hususunda hepimizin alacağı ders de
var.
8 Mart’taki devlet tutumunun karşılaştırılabileceği şey, 1
Mayıs’lardır. İşçi Bayramı olması gerekirken bugün sol muhalefetin
bir kısmının “sahip çıktığını” ilan ettiği “kuruluş felsefesi”
-yani iktidar ideolojisi- tarafından önce yıllarca yasaklanan,
sonra “Bahar Bayramı” yapılarak silinmeye çalışılan, neden sonra
emekçilerin yılda bir gün bayram kutlamasıyla devletin
yıkılmayacağı muhtemel görülüp kimliğine güç bela kavuşan, fakat
sahiden bayram kimliğiyle rengârenk giyinip saçını savura savura
ortaya çıktığında derhal üstüne çullanılıp katledilen 1 Mayıs,
netice itibarıyla, halkın gözünde “olay çıkacak gün” olarak
damgalanmış, daha yaklaşırken duyulan yaygın tedirginlik
yerli-millî kültür unsuru haline gelmiş bulunuyor.
Bugünün ortamında 8 Mart’tan yeni bir 1 Mayıs 1977 klonlamak
sanırım muktedirlerin tercih edeceği şey değil. Kalkışamazlar mı?
Onlar her şeye kalkışabilir. Hesap kitap meselesi. Fakat daha az
zahmetle daha bereketli sonuç alınabiliyorsa neden risklere
girilsin? Buradaki zahmet ve bereket konusunda ölçümüz şüphesiz
insan hayatı değil, vatandaşın hakkı hukuku falan zaten değil.
Hâlihazırdaki rejimimizde vatandaş diye bir şey yok, olması da
öngörülmüyor ki; kendimizi kandırmayalım. Görebildiğimiz, şimdilik,
etrafı terörize etmek, katılmayı her seferinde biraz büyük cesaret
isteyen riskli girişim haline getirmek, katılmayanı katılana düşman
edecek manzaralar yaratmak yeterli görülüyor. Yavaş yavaş,
yaklaşırken herkesin tedirginlik duyacağı, oradan geçmeyeyim,
şuraya çıkmayayım diyeceği bir tarih haline getiriyorlar 8 Mart’ı.
Oysa o da bayram olabilir pekâlâ.
Maalesef asıl tehdit ve tehlike bu. Böyle görülüyor. Ve ezip yok
etme görünür vadede elverişli bulunmadığından, kenara itmeye,
marjinalleştirmeye meylediliyor.
Çünkü kadın hareketinin dünyada yarattığı sarsıntı -öncelikle
gayet “doğal” ve kimsenin rezil olmadan ya da -siyasetçiyse- kitle
desteğinin daralmasını göze almadan itiraz edemeyeceği sebeplere
dayandığından- düzenlerin ve ideolojilerin temellerini, kolonlarını
yerinden oynattı. Türkiye’de de, mevcut iktidar koalisyonunu
destekleyenler arasında bile kadın hareketinin yolaçtığı nice
dönüşümün açık ifadelerini izliyoruz. Kadınların konumu,
iktidarlar, düzenler, savaşlar ve bütün bunların iç duvarlarını
sıva gibi kaplayan, dış duvarlarına rengini veren eşitsizlik
ideolojileri bakımından çok kritik problem. Ve dünyanın egemenleri
katında artık geri çevrilemeyecek değişimler meydana geldi. Bizdeki
gibi, hâlâ sonuç alabileceğini sanan şuursuz dallamaların feryat
figan kalkıştıkları işler arzuladıklarının tam tersi sonuçlar
yaratıyor. Bu yüzden, bizim hükmetme kültürümüz bakımından engin
tecrübelerden süzülmüş yöntem tercih ediliyor: “Dikkat, tehlikeli
madde!” yaftası.
Yani 8 Mart öncesi Taksim civarını gözleme şansınız yoksa rahat
olun; ben gördüm, aktarıyorum: düşman asla şehrin kalbine
sokulmayacak!