Düşmanların içinde bir düşman AYM
Irkçı partilerin hızla iktidara geldiği ve toplumsal/hukuksal formların hızla deforme olduğu 'medeni dünya'da, geriye dönülecek bir 'hukuk devleti'nin ne derece olanaklı olduğu tartışılmaya muhtaçtır.
Denizer Şanlı*
Alejandro Aponte, Kolombiya özelinde incelediği ve “Aleyhtar Ceza Hukuku” adını verdiği hukuk düzeneğinde, bu anlayışın eleştirilen taraflarını yasalara ve Anayasa’ya uygun kılmaya ve bu özel yargı alanının etkilerini sınırlamaya çalışan Kolombiya Anayasa Mahkemesi’ni dahi “düşman” olarak değerlendiren bir tepki eğiliminden söz ediyor.
Türk Anayasa Mahkemesi’nin, Can Atalay’ın temel anayasal haklarının ihlal edildiğini saptayan ve bu ihlalin sonuçlarını giderme yolunu da ayrıntılı ve bir duraksamaya yer vermeden işaret eden kararının ardından, kararın gereğini uygulamakla yükümlü yerel mahkeme, topu, Yargıtay’ın ilgili ceza dairesine attı.
Yargıtay ceza dairesi, kararını çok kısa sürede açıkladı: Şaşırtıcı derecede özensiz ve adeta düşmana karşı kurulan bir dilin kullanıldığı karara göre, Anayasa Mahkemesi açık bir yetki gaspında bulunmuştur ve bu nedenle mahkemenin kararı uygulanmayacağı gibi, sorumlu mahkeme üyeleri hakkında da suç duyurusunda bulunulacaktır.
Yargıtay ceza dairesinin belirtilen kararı, tam da Kolombiya örneği üzerinden saptandığı gibi, Anayasa Mahkemesi’ni düşmanlaştıran bir eğilimin güç bulmuş sonucundan ibaret görünüyor. Bunun, şu yönden şaşırtıcı bir yanı bulunmamaktadır: Kolombiya ve Türkiye, uyuşturucu ticaretinin egemenlik yapısı ve ilişkilerinde yarattığı değişimlere ilişkin benzeşimlerle birlikte, uzun yıllara yayılan iç savaş süreçlerinin iktidar yapısında yarattığı etki ve sonuçlar yönünden de birbirlerine benziyorlar. Her iki ülkede de, şiddetli iç siyasal çatışmalar ve devletin bir bütün olarak kriminalize olması, şiddet aygıtlarının gelişimine, yetkinleşmesine ve giderek devletin yasal ve yasal olmayan bu aygıtlarının yürütmenin yapı ve karakterini belirlemesine, oluşturmasına yol açıyor.
DÜŞMAN CEZA HUKUKU
Esasen şiddet aygıtları tarafından temellenen yürütme etkinliği, yargı alanını da kapsayan bir belirleme gücüne erişmektedir: Literatürde, “Düşman Ceza Hukuku”, “Aleyhtar Ceza Hukuku” gibi kavramsallaştırmalar eşliğinde tartışılan bu eğilim, geniş anlamda yürütmenin aldığı “kararın” politik/polisiye karakterinin, yargısal süreçlerde de giderek belirleyici olduğunu ve tüm bir yargısal etkinliğin, yürütmenin gücünü tahkim etmek üzere işlevlendiğini vurgulamaktadır. Siyasal düzeyde tanımlanan ve kapsamı tümüyle siyasal iktidar sahipleri tarafından belirlenen “düşman”, devletin ideolojik aygıtlarının etkisiyle birlikte aynı zamanda bir düşman tasarımı yaratmakta ve bu düşman, başkaca siyasal güçlerle birlikte, yargısal fonksiyonun da “tehlikeli” bulduğu, başlıca yargısal görevin de bu tehlikeyi bertaraf etmek olduğu bir faili işaret etmektedir.
“Yargısal aktivite”, bir kez “düşmanla mücadele ve onu yok etme” amacına özgülenince, bunun iki hayati sonucu doğar: Birincisi, yargı, düşmanın tüm temel haklarını ıskat etme ve ortadan kaldırma amacı temelinde yeniden organize edilir ve ikincisi, “eski düzen”in yarattığı ve özellikle hak ve özgürlüklerin korunması işlevi edinmiş yargısal organlar ya tasfiye edilir, ya da temel işlevlerini yitirecek biçimde yeniden organize edilir. Bu reorganizasyon, giderek ceza yargılaması alanını da aşar ve kapsamı siyasal iktidar sahipleri tarafından belirlenen “düşman”a karşı mücadele, tüm yargı organlarının temel işlevi haline gelir.
DÜŞMANLAŞTIRMA NASIL İŞLİYOR?
Böylesi bir hukuki düzenekte, tarihsel düzeyde anlamını “hak ve özgürlükleri koruma” olarak bulan Anayasa mahkemelerinin, düşmanlaştırma eğiliminin odağına alınması şaşırtıcı görünmüyor. Bu mahkemelerin hakları/özgürlükleri gözeten ve yasamayı/yürütmeyi bu yönden denetleyen temeldeki doğasının, “düşmanla mücadele” ekseninde yapılanmış bütün bir yargı yapısı için önemli bir engel olarak görüldüğü anlaşılıyor. Nitekim, Anayasa mahkemesinin, yürütmenin sert tepkisini çektiği tüm uğraklar, hak ihlallerinin saptandığı kararlarda ortaya çıktı.
Düşmanlaş(tır)ma, siyasal düzey başta olmak üzere birden fazla eksende iş gören bir süreç olarak gerçekleşti. Çok geniş toplum kesimlerinin düşmanlaştırılmasıyla birlikte, yanısıra hukuk alanında ortaya çıkan durum, birbirini besleyen ve tamamlayan ama kendi düzeylerinde de özgün ilişkilerden oluşan bir bütün sunuyor: Demirtaş, Kavala ve Atalay davaları, bir yandan geniş toplumsal kesimlerin muhalefet hareketlerinin sonucu ve bu hareketleri imleyen hukuk süreçleri olarak gerçekleşirken, bir yandan da bu davalar, hem yürütmenin geniş toplumsal hareketleri düşmanlaştırmasının bir katalizörü olarak kullanıldı, hem de çok ağır cezalarla sonuçlandırılarak “düşmanın ihracı”na yönelik yeni hukuk yapısını en açık biçimde gösterdi. Şimdi, bu manzaraya, ağır cezalandırma karar ve süreçlerini, yapıları ve işlevleri gereği temel haklar düzeyinde denetleyen ve kimi noktalarda da sınırlayan mahkemelerin düşmanlaştırılmasını eklemiş bulunuyoruz.
MİLLİ HUKUK DÜZENİ Mİ OTOKRAT REJİMLERİN FAŞİZMİ Mİ?
Bütün bu ahval içinde, iki eğilim, özellikle dikkat çekicidir: Birincisi, Anayasayı ve içeriğindeki hak ve özgürlükleri, “yeni anayasa” vaadi eşliğinde askıya alan/yok sayan ve hak temelli denetim yapan mahkemeleri tasfiye/yapılandırma planlarını da saklı tutmayan blokun, bunu “milli hukuk düzeni” olarak yutturmaya çalışması. Otokrat rejimlerin her biri, faşizmlerini fazlasıyla yerel, kendine özgü ve dünyada biricik gibi sunuyorlar ancak siyasal ve hukuksal düzeyde, bu rejimlerin ortak noktaları, dünyada giderek artan sayıdaki örneklerinde de açıkça gözlenebilir durumdadır: Bir “düşman tasarımı” eşliğinde oluşturulan ırkçı/dinci kitle tabanlarına dayalı iktidarlar pıtrak gibi çoğalıyorlar ve bunlar, tüm ortak nitelikleriyle, kapitalist dünyanın tipik iktidar ve hatta devlet biçimleri haline gelmektedir. Aynı durum, hukuksal düzeyde belki de daha çok geçerlidir: Hakların korunması ve iktidarın sınırlandırılması düşüncesi temelindeki Anayasacılık hareketinin karşıtı olarak, hak ve özgürlüklerin askıya alınmasına dayalı “Anayasasızlaştırma” da dahil olmak üzere, düşmanlaştırılan muhalefet hareketlerinin ihracına/yok edilmesine dayalı hukuki yapı, giderek bu rejimlerin “kuralı” haline gelme eğilimi göstermektedir. Henüz tasfiye edilme ve cezalandırılma derecesine varmamakla birlikte, hakların ve özgürlüklerin korunmasını iş edinen yargı yapıları, işlevsel yönden hızla aşındırılmakta, kurumsal yönden de yeni yapının bir parçası olarak tasarlanmaktadırlar. Bu eğilimler merkez kapitalist ülkeler ve onların hukuk sistemlerinde de artık açıkça gözlemlenebilmektedirler ve o nedenle konu, Batı dünyasında akademik tartışmaları aşarak hukuk pratiklerinin sorunsalı haline gelmiştir. Sosyo-politik yönden benzersiz olan ve kimi noktalarda dünyada birçok siyasetçiye/rejime “ilham” olan Yeni Türkiye, dünyada da eğilimsel olarak açık biçimde ortaya çıkan yeni hukuk siyaseti ve yapısının “aşkın” bir parçası gibi görünmektedir.
HUKUK DEVLETİNE DÖNÜŞ MÜMKÜN MÜ?
İkinci eğilim, ülkenin bu yeni hukuk yapısına itiraz edenlerle ilgilidir: Meseleye özgürlük ve eşitlik penceresinden bakanlar, büyük oranda politik güç ve değiştirme olanaklarının kısıtlılığıyla, ağırlıklı olarak “elde kalanın korunmasına” odaklanmış ve bu nedenle sonuç olarak “hukuk devletine dönüş” çağrısını esas alan bir çerçevede hareket etmeye ikna olmuş görünüyorlar. “Geriye dönme” düşüncesi, yaşanan durumun ülkeye özgü ve arızi bir durum olduğuna ilişkin bir ön kabulü varsayar. Halbuki ırkçı partilerin hızla iktidara geldiği ve bilinen toplumsal/hukuksal formların hızla deforme olduğu “medeni dünya”da, bu dünyaya ait ve geriye dönülecek bir “hukuk devleti” nin kuramsal ve pratik olarak ne derece olanaklı olduğu, tartışılmaya muhtaçtır. Bu tartışma, değiştirme faaliyeti her ne kadar somut politik güç düzey ve olanaklarıyla belirlense de, bu faaliyetin esasen neyi değiştireceğine ve yerine neye çağıracağına ilişkin olması nedeniyle, kaçınılmaz görünmektedir.
*Avukat