Yönetmenliğini Aki Kaurismäki’nin yaptığı, “Le Havre” filminin başkarakteri Marcel Marx eski bir yazardır. Şimdiki yaşamında ayakkabı boyacılığı yaparak yaşamını sürdüren karakterin hikâyesi, Afrikalı bir çocuk göçmenin yaşamına girmesiyle değişir. Bir baskında küçücük, havasız, konteyner benzeri bir yerde yakalanan mültecilerden birisidir İdrissa, baskın esnasında kaçarak kurtulur. Londra’ya annesine gitmek için düşmüştür yollara, o daha önce bir şekilde kaçıp yerleşmiştir Londra’ya. Babası ise göç yollarında yaşamını kaybetmiştir. Marcel Marx, çocuğu fark ettiği andan itibaren onunla dayanışır, sonrasında onu evine alır. Bu sırada eşi ağır hastadır ve hastanede tedavi altındadır. Karakterin yaşadığı mahallede herkes bir şekilde İdris’le dayanışma gösterir; fırıncı ekmeği paylaşır, bakkal konserveleri… İdrissa’yı polise yakalatmadan annesine gönderebilmek için seferber olurlar, elbette hepsi dayanışma taraftarı değildir ki komşulardan biri devamlı Marcel’i ihbar eder. Ama bir yolunu bulurlar, yaptıkları dayanışma konseriyle İdrissa’yı annesine göndermeyi başarırlar.
Burada derdimiz bir filmi anlatmak değil elbette ama göçmenlere ve mültecilere karşı düşmanlığın yükseldiği bir ortamda, bu filmin söylediği çok şey var bana kalırsa. Kendinden görmediğine düşmanlık etmek en kolayıdır her zaman ama zoru seçmek günümüz dünyasında önemli bir politik tavır. Filmin ayrıntılarında hümanist bir tavırdan, yukarıdan bir yardımseverlikten çok harekete geçince neler olabileceğini görürüz; polisin, devletin iyisi olmaktansa başka bir hayat umuduyla yola çıkan bir mülteciye yardım edebilmenin, coşkusunu hissederiz. Yönetmen bu coşkuyu, karakterlerinin bakış ve mimiklerine yansıtır. İdrissa’yı polise vermek, sınır dışı edilmesine razı olmak tek tek herkes için rahatlatıcı olan çözümdür ama bu küçük mahallenin insanları onun yaşamının geri gönderme merkezinde olumlu sonuçlanmayacağının farkındadırlar çünkü faillerin farkındadırlar, yerinden yurdundan edilmenin ne olduğunun bilincindedirler. Bu filmde örneklenen sadece dayanışma değildir, mülteci bir çocuk için harekete geçmenin getirdiği dönüştüren bir politik tahayyül de görürüz. Çünkü burada dayanışma radikal bir karşı çıkış gerektirir, evleri arayan polisi, devletin güvenlik aygıtını karşına almayı getirir. İşin parçası olan tüm karakterler artık bir politikanın da parçası hâline gelirler ve bu artık yaşama başka türlü bakmaktır. Buna dair filmin çeşitli sahnelerinden ayrıntılar da yakalayabiliriz. Örneğin, Marcel’e borcundan dolayı satış yapmak istemeyen, onu görünce kepenk kapatan bakkal bu politikanın parçası olunca, ona fazladan para talep etmeden, yiyecek hediye eder. Burada bir iyi niyet gösterisinden öte politik bir bakışla karşılaşırız.
Hepimiz biliyoruz ki her göçmenin hayatı İdrissa’nınki gibi iyi insanlarla karşılaşıp annesine kavuşturulduğu bir hikâyeyle sonuçlanmıyor. Göçmenlere karşı sürdürülen düşmanlık politikası gittikçe dozunu arttırıyor, sadece coğrafyamızda değil dünyada da. Mülteciler bugün dünyanın çıplakları, gözden çıkarılmışları… Bunu biliyoruz, peki göçmenlerin tarafında olanların, bu konuda bir politikası var mı diye sorsak nasıl bir sonuç alırız? Jela Krečič(1), mülteci meselesinin bir kriz söylemiyle ele alınmasının, sorunu sadece kriz yönetimine indirgediğine dikkat çekerken, mültecinin bedenine yapışıp kalan bu söylemin, sol politikalar tarafından alınıp kabul edilmesinin, bunun üzerinden siyaset yapılmasının bir siyasetsizlik biçimine dönüştüğünü, neo-liberal kapitalizmin aşılamaz olarak görülmesini beslediğini hatırlatıyordu. Zupančič ise bu durumu şöyle ifade ediyordu; “İnsanlara isimler takıp (“yabancı düşmanları”, “şovenistler”, “ırkçılar” vb.) daha aydınlanmış, kozmopolit bir konum üzerinden kendimizi üstün görmekle bir yere varılamadığını anlamış olmamız gerekiyor.” Bu cümleyi düşününce, devamlı olarak ırkçı söylemlere cevap yetiştirmenin bir siyaset biçimi olmaktan çok siyasetsizlikle de ilgisi olduğunu düşünmek gerekir bana kalırsa.
Öncelikle mülteci krizi gibi soyut bir kavramı kabul etmenin kendisinin sorunlu olduğunun farkına varmak gerekiyor çünkü bu söylem bizi sanki her şeyin günlük güneşlik sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz da kriz, mültecilerin varlığıyla ortaya çıkmış düşüncesine götürüyor. Bunun işlevi mültecileri öne çıkarıp, onları bir kimliğe sabitleyip, onları “sorun” hâline getiren siyaseti görmenin önüne geçiyor. Çünkü tüm söylem mülteci bedeni üzerinden oluşurken, ırkçıların veya sözde “mülteci kriziyle” baş etmeye çalışan devletlerin söylemini kabul etmek ve onun üzerinden politika ortaya koymak gibi bir anlamı var. Oysa tehdit altında bir dünyada yaşıyoruz, kimin ne zaman mülteci olacağının belirsiz olduğu bir dünya bu. Sadece küresel ısınmanın getirebileceği felaketleri düşününce bile, dünyada kimsenin sabit yerli yurtlu bir konumu olmadığından söz edebiliriz. Dahası göçmenlerle birlikte anılan kriz kelimesi onların krizine değil dünya devletlerinin ve liderlerinin militarist politikalarına işaret ederken, bundan söz ederken aslında kimin krizde olduğundan veya krizin sebeplerinin kim olduğundan söz etmek daha politik bir tavır değil mi?
Bu konuda bahsetmek istediğim bir şey de son günlerde sosyal medyada göçmenlerle dayanışma gösteren her gönderinin altına yazılan, “al eve iki tane besle” şeklindeki söylemler. Bunun anlamı bir bakıma mültecileri insan olarak bile görmemek. Onlarla o kadar temassız ve uzak bir ilişki kuruluyor ki onlara yakınlaşmak, aynı evde, apartmanda yaşamak bile sanki “tuhaf”mış gibi bir algılama biçimiyle karşılaşıyorsunuz. Bu söylemi devam ettirenler, kendi konforlu yaşamlarının bozulmayacağından o kadar eminler ve kendilerini dünya devlerinin bozuk siyasetinden, kapitalizmin getirilerinden o kadar azade görüyorlar ki devletlerin sırtından atmaya, Türkiye gibi ülkelere hibe vererek hapsetmeye çalıştıkları bu insanlarla herhangi bir ilişki kurmayı akıl dışı bir yere yerleştirmeye çalışıyorlar. Hoş, bu söylemi savunanlar mültecileri susuzlukla terbiye etmeyi, hatta daha fazlasının yapılması gerektiğini de yüksek sesle haykırıyorlar.
Şu soruyu soralım, “eve alıp besleyenler” yok mu dünyada, bu kadar mı bitik insanlar arası dayanışma? Elbette hayır, Yunanistan’ın Midilli Adası’nda, Adanın kuzeydoğu kıyısında sessiz sakin bir köy olan Skala Sikamineas; göçmen teknelerinin uğrak yeri olması nedeniyle kıyılarına mülteci bedenlerinin vurduğu bir yer. Bu köyün sakinlerinden Emilia Kamvysi(2) elinde biberonla mülteci bir bebeği “beslerken” fotoğraflanmıştı, onun hakkında şöyle söyleniyor; “öteden beri, hayatta hiçbir şeyin kendiliğinden anlaşılır olmadığını biliyor. 83 yaşında ve bu süre zarfında çok şey yaşadığı gibi çok daha fazlasını da işitmiş. Her şeyden önce, 1922’deki büyük Türk-Yunan Mübadelesi’nde sığınmacı olarak Midilli’ye gelen annesinden “hiçbir şeyleri yokmuş” diye bahsediyor Emilia Kamvysi…” Kamvysi, geçmiş deneyiminin de getirisiyle hiç tereddüt etmeden mültecilerle dayanışmayı seçiyor, yani coğrafyamızda bu konuda faşizan tavır alanların deyimiyle onları “eve alıp besliyor”. Kamvysi, “yapmam gerekeni yaptım” diyor. Bu cümle mültecilerle ilgili yatay politik tahayyülün özeti gibi, insani olana yabancılaşmamış herkesin yapması gerekenin ne olduğunu da söylüyor. Hümanist bir tavır olmaktan çok politik bir tavır bu çünkü dünya devletlerinin savaş ve sömürü politikaları yüzünden başka bir yaşam için her türlü tehlikeyi göze alarak yollara düşmüş, evini, yakınlarının mezarını, dostlarını bırakmak zorunda kalmış insanlar canları öyle istediği için değil, yaşamak istedikleri için, geride kalanlara destek olmak veya onları da kurtarmak için çıkıyorlar ülke denilen o yerden ve bu konuda prensibinden şaşmayan bir politik tavır almak gerekiyor, Kamvysi örneğinde olduğu gibi.
Göçmenlerle ilgili mesele çok karmaşık ama nefretin ve düşmanlığın yönünü iyi tartmak gerekiyor. Krizin asıl sebebini görmek, bu insanları yollara döken devletlerin politikalarını deşifre etmek illa nefret edilecekse dünyanın bir “artık” gibi bir kenara itmek istediği bu insanlardan değil, bedenlerini pazarlık nesnesi haline getirenlerden, güvencesiz şartlarda çalıştıracak kas gücü olarak görenlerden, onları bütünsel bir bakışla ele alıp kriminalize edenlerden, sadece çıkarlarına öyle geldiği için bugün sözde mülteci dostu imajı çizmeye çalışan politikacılardan hesap sormak gerekiyor. Çünkü dünyanın bitmeyen krizlerine karşı bizim ortaklaşacağımız insanlar politikacılar, devletler, patronlar değil dünyanın şu an gözden çıkardığı insanlar ki her an herkesin gözden çıkarılabileceği bir dünyada yaşıyoruz.
Başta bahsettiğimiz, Aki Kaurismäki’nin, “Le Havre” filminin sonunda, Marcel Marx’ın hasta eşi mucizevi bir şekilde iyileşir. Eve döndüklerinde kiraz ağacı çiçek açmıştır, o çiçeğin açışı ve mucizevi iyileşme şunu söyler bana kalırsa; acılarımızın tamir olması için acı çekenlerin, zor durumda olanların yanında olmak onlarla politik bir ortaklık kurmak gerekir. Dünyanın tüm sefaletine karşı dayanışarak ortaklaşmak, ortaklaşarak dönüşmek ve çıkış yolunu bulmak çünkü kirazların çiçek açmasını huzurla karşılamak, filmde karakterin hastaneden evine dönüş sahnesindeki huzurun yolunu bulmak düşmanlıkla, nefretle olmaz en azından insanlığın deneyimleri görmek isteyene bunu söylüyor.
- Jela Krecic ve Alenka Zupancic’in yazısı için bknz., “Son Gerisayım Avrupa, Mülteciler ve Sol”, (Çev. Barış Engin Aksoy), Metis Yayınları.
- Kamvysi’nin hikâyesi için bknz. Marc Engelhardt, “Sığınmacı Devrimi ‘Son Göç Dalgası Dünyayı Nasıl Tümüyle Değiştirdi?'”, YKY.