“Victoria” (2017) ve “Sibyl” (2019) filmleriyle dikkatleri çeken
Justine Triet’in bu yıl Altın Palmiye kazanan yapıtı “Bir Düşüşün
Anatomisi” (Anatomie d'une chute) Oscar tartışmalarında da gündeme
gelmişti. Fransa bu yıl Altın Palmiyeli bu film yerine Anh Hung
Tran’ın yönettiği “La passion de Dodin Bouffant”u göndermeyi tercih
etti Oscar aday adayı olarak. Bunun üzerine Triet sosyal medya
hesabından şöyle bir açıklama yaptı: “Fransa, Oscar’ı kaybetmek
pahasına Altın Palmiye ödüllü bir box office hitini değil, Cannes
seçkisindeki en sıkıcı, sinir bozucu filmi seçti. Bir kadın
yönetmene bu onuru çok mu gördünüz?”
Hırslı bir kardeşimiz belli ki. Bir meslektaşının filmine dair
bu kadar saldırgan olmanın başka izahları vardır belki ama benim
için şimdilik hırs ön planda. Ama hakkını da yemeyelim, Triet’nin
filmi Oscar alır mıydı, almaz mıydı bilinmez kuşkusuz ama oldukça
iyi bir yapım olduğu kesin. Kendi adıma son yıllarda gördüğüm en
iyi senaryolardan birisine sahip olduğunu söylemeden geçmeyeyim. Ve
bu metni görselleştirirken de oldukça mahir Justine Triet. Aslında
çok basit gibi görünen bir olayı katman katman açarak,
karakterlerin dünyalarındaki etkilerini çarpıcı bir biçimde
göstererek, hem gizemi korumayı hem de failin kim olduğunun o kadar
önemli olmadığını hissettirmeyi başararak yılın en iyi
yapımlarından birisi tanımını hak ediyor “Bir Düşüşün
Anatomisi”.
Fransız Alplerinde kocası Samuel ve görme engelli oğlu Daniel
ile birlikte yaşayan Sandra hikayenin odağında. Kırklı yaşlarında
olduğunu anladığımız bu kadın başarılı bir yazar. Film, Sandra’nın
bir görüşmesi ile açılıyor. Ziyaretçinin gidişinin ardından Dainel
köpeğiyle yürüyüşe çıkıyor. Döndüğünde Samuel’i kanlar içinde karın
üzerinde yatarken buluyor. İlk bakışta intihar gibi görünen vaka,
polisin devreye girmesi ve çeşitli şüpheler ortaya çıkmasıyla
cinayet soruşturmasına dönüşüyor. Filmin uzunca bir bölümü de
Sandra ve Samuel’in ilişkilerinin didik didik edildiği mahkeme
sürecini anlatıyor.
Justine Triet’nin eşi Arthur Harari ile birlikte kaleme aldığı
senaryonun en güçlü yanı bir taraftan Samuel’in başına gerçekte ne
geldiğine dair merakı diri tutarken, diğer yanda Sandra’nın suçlu
olup olmadığının bir önemi olmadığına seyirciyi ikna edebilmesi.
Bunların yanı sıra yönetmenin filmde başardığı bir diğer şey, rutin
hayatlarımızda yapıp ettiklerimizin fark etmeden bir suçun
gerekçesi olarak kodlanabileceğini dehşetle fark etmemizi
sağlaması. Uzun bir ilişkideki sıradan kavganın, içimizden geçen
kötü sözün bir an için dillendirilmesinin, çiftlerden birinin daha
başarılı olmasının vb. bir anda birisini öldürmek için gerekçe
olarak kabul görebileceğini çarpıcı bir biçimde gösteriyor
yapım.
Öte yandan, Sandra’nın özel hayatının ‘gerçeği bulmak’ adı
altında didik didik edildiği tedirgin edici bir yolculuk da vaat
ediyor yapım. Çünkü “her ilişkide olabilecek” ön kabulüne uygun
durumların ayrıntıları yalnızca filmdeki karakterleri değil,
seyirciyi de kendi yaşamıyla yüzleştiriyor. Justine Triet, bir
yandan da sanık sandalyesinde oturan bir kadın olduğunda hayatına
saldırmanın, bütün ayrıntılarını eşelemenin ne kadar kolay
olabileceğini de gösteriyor. Özellikle de savcılık makamının
‘işlerini yapıyor’ gibi görünüp Sandra’nın hayatını kurcaladığı
bölümlerde. Örneğin onun daha başarılı olması, Samuel’in
fikirlerine ve varlığına bağlanmak istiyor ısrarla. Yönetmenin
seyircinin benzer algılarıyla oynamak için bulduğu yönteme de
değinmeden geçmeyelim. Duruşmanın bir noktasında Samuel’in ikilinin
kavgalarına dair izinsiz kaydettiği ses kaydı dinleniyor. Bu ‘kuru’
ses kaydını dinlerken Sandra’nın acımasızlığı dikkat çekiyor ilk
başta. Ancak film bir anda mahkemeden çıkıp, kavganın gerçekleştiği
anın görsel dünyasına götürüyor seyirciyi. Kayıttaki ifadeleri bu
kez karakterlerin jest ve mimikleri, karşılıklı pozisyonları,
yüzlerindeki ifadelerle birlikte duyuyoruz. Bu yabancılaştırma
seyirci olarak bizim bütün algılarımızla oynuyor. Tekrar mahkemeye
döndüğümüzde ne olduğuna dair bir netlikten daha çok kafamız
karışmış halde kalıyoruz öylece.
Bu filmin yanı sıra Cannes’da büyük jüri ödülünü kazanan “The
Zone of Interest” filminde de başrol oynayan Sandra Hüller belli ki
festivalin gerçek yıldızıymış. “Tani Erdmann” ile tanıdığımız
oyuncu yalnızca ülkesi Almanya’da değil, belli ki bütün Avrupa’da
aranan bir isim haline geldi. Burada da filmi neredeyse tek başına
sırtlayıp götürüyor. “Bir Düşüşün Anatomisi” yılın en iyi
yapımlarından kaçırmayın.
BİR NOT
‘ŞİMDİLİK’ VEDA VAKTİ
Hayat bazen hepimizi başka arayışlara, yollara, serüvenlere
mecbur bırakıyor. Benim de bu tür mecburiyetlerin eşiğinde olduğum
bir dönem. Bu yüzden on aylık bir ara hariç, kuruluşundan itibaren
parçası olduğum ve bundan büyük onur duyduğum Gazete Duvar’daki
yazılarımı sonlandırıyorum. ‘Şimdilik’ notuyla birlikte.