Düşünmenin, zihinsel yoğunlaşmanın küçümsendiği,
değersizleştirildiği bir gerçeklikte yaşıyoruz. Ahlâk yitimi,
düşünme edimine de bütün yırtıcılığıyla pençelerini geçirmiş
durumda. Artık düşünme denilen şey bilinene teslim olmaktan başka
bir anlam taşımıyor; ister sanat, ister bilim isterse siyaset olsun
her alanda bilinenin ayrıntılandırılması da ortaya çıkan yeni bir
olgunun, eleştirel bir süzgeçten geçirilmeden, sorgulanmadan elde
var olan kavramlar ve araçlarla tanımlanması da aynı kapıya çıkıyor
aslında, düşünce olmayan düşünceye. Ve dolayısıyla yaratım olmayan
yaratımlara.
Oysa her boyutuyla bilinenle yetinmenin, onun devamlılığına iman
etmenin en muteber tavır olarak tescillendiği yerde düşünmeden,
düşünme ahlâkının varlığından söz etmek mümkün değildir. Ya da olsa
olsa kof ve beyhude düşünceden söz edilebilir. Çünkü düşünmek ve
düşünmenin ahlâkı, olgulara saplanıp kalarak değil, zihinsel
yoğunlaşmayla olguları ayırıp, çözerek sabır ve ısrarla onlarda
oyalanmak ve böylelikle onların yalıtılmışlığını gidererek,
malzemesini kavram düzeyine çıkararak tecessüm edebilir. Buna da
öncelikle ve ilk elde bilinene mesafe alarak kapı aralanabilir.
Mesafesizlik düşünme kudretini zaafa uğratır, onu kemirir çünkü.
Olan bitenin bir noktasına sabitlenmişlik de aşrı âlâdan bakmak da
mesafesizliktir. İlki fark olmayan farkları, ikincisi benzerlik
olmayan benzerlikleri ‘gerçeğimiz’ kılarak yanılsama batağına
sürükler.
Biteviye önümüze sürülenler, muteber addedilenler sadece
kanaatler, hâkim eğilim bu yönde maalesef. Siyasetten kültüre,
gündelik hayatın biraradalıklarından en incelikli birlikteliklere,
toplaşmalara kadar hiçbir alan bundan kaçamıyor. Kanaat şiarıyla
davet edildiğimiz yer, karşılıklı olarak anlaşmalardan,
kabullenişlerden başka bir şey değil oysa. Yani üstü örtülü ya da
aşikâr bir itaatkârlık çağrısı, halim selim olma ısrarı. Ne kadar
hafif olsa da aykırı ya da sıra dışı bir söz veya talep ya doğrudan
reddediliyor, susturuluyor ya da sıradanlaştırıldığı,
evcilleştirildiği ölçüde kabul görüyor, dolaşıma girebiliyor, tabii
etki gücünü tümden yitirip hoş bir sadâ olarak.
Gücün ve maddi olanın dışında kalana yüz çevirmemiz, güce ve
maddi olana tahvil edilemeyen her şeyin hiçbir şey derekesine
indirildiği bir durumla oyalanmamız talep ediliyor. Güç
güzellemeleriyle güce özenmenin içerdiği zaaflar maskeleniyor.
Bunun düşünme ve düşünme ahlâkını zaafa uğratma açısından en
görünür olduğu hal, düşünce beyan etme ve tartışma ortamlarında
neredeyse kaçınılmaz bir biçimde karşımıza çıkan, farkında olarak
ya da olmayarak ‘büyüsüne’ kapıldığımız ve dolayısıyla
kanıksadığımız haklı olma istek ve arzusu. Ne kadar da uygun bir
istek ve arzu günümüz dünyası için! Ne de olsa düşünmeyi ve
zihinsel yoğunlaşmayı bir güzel dumura uğratıyor, varolana teslim
olup gücün temerküzünün yollarını temizliyor. Haklı olma isteği ve
arzusu, düşüncenin iletişim dışı kılınmasıdır aslında, onun
doğruluğu imkânını yok etmek anlamına gelir. Biteviye kaşınan ve
güçlendirilen bu istek ve arzu bir tür tamahkârlık olarak
değerlendirilebilir gibi görünüyor. Düşünceyi hem kendinden hem de
başkalarından esirgemeye benzemiyor mu ya da düşüncesini kendine
saklayıp, ama yaşadığı baş dönmesiyle onu düşünce olmaktan
çıkardığının farkında olmayarak diğerlerine ancak yüksek
meblağlarla elde edebilecekleri bir ürün gibi gösterme gayretinde
olan hasisin tavrını hatırlatmıyor mu? Ne dersiniz? Ve ek olarak
bir performans olarak her sahnelendiği yerde alttan alta
bağnazlığın, tembelliğin ve çıkar hesaplarının galebe çalmasına
cevaz verdiğini söylemek pek mi abartılıdır?
Bilinene teslimiyet, kanaatlere gösterilen itibar, haklı olmanın
dayanılmaz cazibesi değil etrafımızı saran yalnızca. Bunların
yedeğinde doğrudan ya da dolaylı hatırlatılan bir hal ve gidiş
uyarısı yapılıyor, değişik vesilerle biteviye. Belki de en yıkıcı
olan da bu. Tutkulu bağlanmalardan uzak durma çağrılarından,
imalarından söz ediyorum. Değişik düzeylerde takıntılılıkla
bağlantılandırılıyor veya eş tutuluyor, acil tedaviye muhtaç bir
hastalık olduğunu kabul etmemiz isteniyor. Buna karşın yüzer gezer
ilgilere neredeyse tartışmasız onay veriliyor. Ne de olsa hevesler,
sistemin dişlilerine uygun ürünlere dönüşmeye daha çok imkân
tanıyor. Çoğu kere fonlanmış moda üslupların, temaların peşinden
sürüklenmelere her alan kapılarını ardına kadar açıyor, arzu
ekonomisinin gereği olarak. Tutkulu bağlanmaya yönelik bu negatif
tutumlara, mevcudun işleyiş mantığını ve araçlarını düşündüğümüzde
şaşırmamak gerekir belki de. Tutkulu bağlanma bir tür kara sevdadır
çünkü. Her yönüyle cüretkârdır. Sabrın ve ısrarın hükmünde, dışında
bıraktıkları için bir tekinsizliktir, bu nedenle de öfkenin, hıncın
nesnesi olur çoğun. Yarattığı tekinsizlik sadece bu yönüyle sınırlı
değildir üstelik. Tutkulu bağlanmanın hakikatle içsel bağlantısı
vardır. Bu bağlantı da her alandaki statüko karşısında, statüko
için, içerdiği merkezkaç kuvveti nedeniyle, yersiz yurtsuzlaştırma
potansiyeliyle korkutucudur. Denetim ve gözetim dünyamız için ne
kadar da tehdit edici değil mi?
Hüküm süren gerçekliğin düşünmeye ve düşünme ahlâkını sürdürme
gayretlerine tahammülü yok. Görüldükleri her yerde değişik
yöntemlerle infaz edilmesine cevaz verilmiş. İnceliklerle örülmüş
düzenekler kadar, kabalığın hâkim oldukları da içerikleri farklı
ama biçimleri aynı bir kıyımın paydaşları olabiliyor. Etrafımızı
hızla çoğalıp saransa bayağılık, sıradanlık.