Düşüncem kaderim olur mu?

Erdem öğretilerinin ve özsel anlamında ele alındığında dinlerin bu konuyu öğrencilerine “giriş dersi” olarak vermesinin üzerinden binlerce yıl geçmişti oysaki. Bilimin kodlamayan RNA dediği şeye “cin” diyordu: cinlenmiş; iyi cin, kötü cin.

Abone ol
.

Gülgün Türkoğlu

#gulguntp

Eskiden, düşünce dünyasının tamamen soyut olduğunu zannederdik. Bırakın ürettiğimiz düşüncenin sorumluluğunu almayı, bir bedel ödemeden var olabildiğimiz tek alan olduğunu sanırdık düşünce yaşamının. Artık, her düşünmemizde bir kodlamayan RNA (Ribonükleik asit) üretildiğini, epigenetik mekanizmaların devreye girdiğini biliyoruz. Yani düşüncelerimiz, duygularımız bedenleniyor! Epigenetik alanında heyecan verici gelişmeler var. Belki haftaya bu konuda yazarım.

Beyin hücreleri olan nöronlar, diğer nöronlarla nöral ağlar meydana getirirler. Nöral ağlar, düşüncelerimiz ya da anılarımız etrafında oluşurlar. Yeni bir konu üzerinde düşünmek, yeni bir nöral ağ gerektirir. Belirli bir konuyu düşündüğümüzde, hatırladığımızda ise o konuyu düşüne düşüne oluşturduğumuz nöral ağ faaliyete geçer. Tekrar düşünmelerde ve hatırlamalarda, bu ağlar uzun dönemli ilişkiler içine girerler: Tekrarda ısrar ağları sağlamlaştırır. Sürekli aynı konunun düşünülmesi, o düşünce nedeni ile oluşan nöral ağın giderek kalınlaşmasına neden olur.

Bizim için normal sayılabilecek bir günde yani; geçmişi hatırlayıp üzüldüğümüz, etrafımızdaki olaylara veya insanlara kızdığımız, endişelenerek beklediğimiz anlarda; aslında, söz konusu duygular aracılığı ile nöral ağlarımızın düzenlenmesini ve sağlamlaştırılmasını gerçekleştirmekteyiz. Aynı şekilde sağlıklı düşüncelerimiz de ayrı ağlar oluşturur.

Bilinenin aksine, duygularımız düşüncelerimizi değil düşüncelerimiz duygularımızı oluşturur. Olaylar karşısında vereceğimiz tepkiyi oluşturan temel neden, ısrarcı tekrarlarla sağlam hale getirdiğimiz nöral ağlardır. Bizde, uygun bir delik (düşünce) olmadıkça dışarıdan bir anahtarla (olay) açılacak bir kapı yoktur. Kişilik böyle oluşur. Güzel haber, kullanılmayan nöral ağların arasındaki bağlantının zayıflayıp kopmasıdır. Bilinçli bir biçimde düşüncelerimizi izleyerek, istemediğimiz nöral ağın zayıflayıp nihayet yok olması gibi bir süreci yönlendirebiliriz.

Düşünceler vücutta kimyasal oluşumunu tetiklerler, hücrelerimiz her gün bombardıman edilen, sağanak yağmur halinde gönderilen kimyasallara alışkanlık geliştirirler. Bu kimyasallar, ulaştıkları dokulardaki hücrelerin yüzey alıcı bölgelerine, anahtar-kilit modeli olarak yerleşir. Orada güçlü bir etkileşim olur, bu etkileşim hücre çekirdeğinde değişikliklere neden olur. Onları endişe, korku hormonlarına bağımlı hale getirip diğer temel işlevlerini ihmal etmelerine neden oluruz. Düşüncelerimizle, hücremizin ahlakını da bozmuş oluruz böylece. Oysa hücrenin görevi ait olduğu organ veya dokunun canlılığının devamı için günlük biyolojik faaliyetlerin sürdürülmesidir.

Yoksunluk durumunda, artık bir bağımlı haline gelen hücre alarm verir. Örneğin; öfke hormonu yoksunluğunun sinyalini (üretim talimatını) alan beyin (zihin) hafıza aynasında eski olayları inceleyip, frontal lobda resimler oluşturur. Burada hem anılarımız hem de duygu tepkileri vermemize neden olan düşüncelerimiz, başka bir deyişle birer kimlik altında oluşmuş olan nöral ağlarımız tarafından çekilen fotoğraflar gözden geçirilir. Vücudumuz o sırada hızla şunu araştırıyordur: Bu kişi/ben ne olunca öfkeleniyordu/m? Bu işlem sonucunda uygun fotoğraf bulunur ve böylece bizi hep sinirlendiren şeye yine sinirleniriz: Trafikteysek yolumuzu kesen sürücüye hiddetle küfrederiz; evde eşimize, çocuklarımıza yersiz çıkışlarda bulunur öfke patlamalarına gark oluruz; eylem içinde değilsek ve tamamen yalnızsak sinir bozucu bir anımızı hatırlarız. Zaman zaman, nedenini bilmediğimiz bir kızgınlık bile yaşayabiliriz; dışarıda kızgınlığımızı yönlendirebileceğimiz bir nesne yoktur, şaşırırız; gerçekte bütün olay içeride olup bitmektedir.

Temel alınan şey eskiler ve tecrübelerdir; “bugün dün gibi” yaşanmaktadır. Bilim bu bağlantıların kopmasının mümkün olduğunu, belirli bir süre tercih edilmeyen, kullanılmayan bağlantıların zayıflayarak düşeceğini müjdeler.

Erdem öğretilerinin ve özsel anlamında ele alındığında dinlerin bu konuyu öğrencilerine “giriş dersi” olarak vermesinin üzerinden binlerce yıl geçmişti oysaki. Bilimin kodlamayan RNA dediği şeye “cin” diyordu: cinlenmiş; iyi cin, kötü cin.