Düşünmeye cüret etmek, yüzleşmenin ilk adımı. Yüzleşme, dönüşüm için zorunlu. Bunun için siyasal iradenin marşa basması ve kamuoyunun da aydınlatılması gerekiyor. Düşünmek, ciddi iş. Görüngüsel bakımdan, ben aylak aylak Fenerbahçe Burnu’nda yürürken örnekse, bir banka oturup denize bakmaya başladığımda yanıma da diyelim her gün aynı saatteki öğle yürüyüşünü yapmakta olan merhum Kant oturabilir. Dışarıdan bakış, yapılan eylemde, görüngüde bir fark yoktur. Oysa gerçekte bankta bir avanak ile bir filozof yan yana oturmaktadır.
Demek ki, eski sorulara yeni yanıtlar bulmak ve yeni sorular sormak yükümlülüğümüz var. Doğru sorular birer düşünce filizi. Sıkı, deneme gibi dolu bir köşeyazısı, bir kitabın en azından bir bölümüne belki, bir temel oluşturabilir. Düşün besini (“food for thought”), düşünceyi tahrik (“thought provoking”) veya kutunun dışında, sıradışı düşünmek (“thinking out of the box”) gibi terimler, gördüğümüz üzere hep ithal. İlginç biçimde, “40 yaşın üzerinde kimseden öğüt almayın” veya “kork, kork, kork…” yollu tiradlarında Sedat Peker de bunu cesaretlendirir gibi, şimdilik.
Üstelik bu sözleri onun ağzından duymak, bana öyle geliyor ki, hedef kitle açısından aynı sözlerin bir öğretmenin, bir kanaat önderinin, bir siyasetçinin ağzından çıkmasından daha adrese teslim etki yapıyordur. Dördüncü bölümdeki, “Allah Allah, ben size mesih olduğumu mu söyledim?” girizgâhı ise, abartacağım ama, basbayağı devrimci bir ön açıklama notu bence.
Salt iletişim açısından da, Peker’in izlenme oranı, çokkatlı binasında bini aşkın personeliyle kamu olanaklarının yani vergi mükellefi yurttaşın parasının sefasını kimseye hesap vermeden süren Fahrettin Altun’a da, siyasal iletişim esnafına çuvalla para akıtan anamuhalefete de ders niteliğinde. Peker, kitlesini büyütüyor, kendi ötekisine erişmeyi başarıyor, devletin birliği ve yasal gücünün yani niteliğin karşısına niceliği, çoğulluğu çıkarıp, safını kalabalıklaştırıyor. Özetle, iletişimsel bir huruç harekâtı yürütüyor.
Şimdi gelin, güncel gelişmelere bakıp, onların aynasında kendimize dönelim ve birlikte bazı düşünce fideleri dikmeye çabalayalım. Bu beyhude girişimin karşılığı iyi olasılıkla “sen o işleri bırak da…” yahut “icat çıkarmayın kardeşim” olur. Çoğunlukla gerilip, hız alıp, koşup gelip uçarak kafa attığınız o duvarın en fazla sıvası çıtlar, hiçbir kökten dönüşüm olmaz. Boş bakan gözlerle, “zavallı, deli herhalde” bakışlarıyla karşılaşırsınız. Dudak büken, kibirli bir istihza da olabilir: “Pek saf, hiç anlamamış” yollu. Ya da en iyi ihtimalle: “Ne alakası var birader?”
Bir diğer olasılık da babacan bir tutumla duyacağınız “genç arkadaş fevri” tepkisidir. İşte onun için sonunda gider Fenerbahçe Parkı’ndaki banka yalnız oturursunuz. Yanınıza da Kant’ın gelip çöktüğünü hayal etmeye başladıysanız, artık oldunuz demektir, geçmiş olsun. Bir büyükelçim tam ayaküstü mesai başlangıcı sohbetinin en tatlı yerinde aniden ellerini çırpar, asık suratla “hadi çalışalım kardeşim” deyip, dönüp arkasını makam odasına giderdi. Öyle yapacağım –herhangi bir öncelik sırası da gözetmeksizin.
Kuruluş, kurtuluş, savaş, iç savaş, devrim, darbe: “her şey bâtıni! göl / kendi dibindeki batıktan / başka nedir?” -Hilmi Yavuz. Ya, iç soğuk savaş? “Kulturkampf” dediğimiz, yerelde bu mu? Tarihimizi, tarihçilerimizden değil yazarlarımızın kaleminden okuma eğilimimiz böyle bir ortak travmayı ilanihaye bastırma itkisinden de mi kaynaklanıyor?
İsrail’inki, sıradışı bir başarı öyküsü: Terörizm ve etnik temizlik yoluyla devlet kurmak, çölü yeşertmek, bölge ülkeleriyle savaşları kazanmak, neredeyse bin yıl önce unutulmuş bir dili canlandırmak, nüfus artışı ve ekonomik istikrar sağlamak. Ancak gelinen yerde İsrail, o seküler, sol-sosyalist kurucu nüvesini yitirmiş veya imha etmiş, kendi toplumunda sürdürülemez toplumsal çelişki ve gerilimler belirmiş, siyaseten yönetilemez duruma gelmiş gibi gözüküyor.
Hepsinden önemlisi, bugün ortaya çıkan durumda, Filistinli Arap nüfusun yüzde kırklara vardığı ülkenin kuzey kesiminde bulunan Lod gibi yerleşim birimlerinde bir iç savaş ortamı oluşuyor. Milliyet ve yurttaşlık birbirleriyle çelişiyor. Bu durum, İsrail düşüncesinin iflâsı demek. Ayrıca terse, yani İsrail’den geriye hatta Almanya’ya göç de yaşanılamazlığın bir diğer göstergesi. “Nefes alamıyorum” haykırışında olduğu gibi.
Ya Edward Said’in ünlü taş atan fotosunu “saygıyla, rahmetle anıyorum” notuyla paylaşan İbrahim Kalın’a ne demeli? Kalın’la zerre uyuşmadığımız kesin. Ancak Kalın’a eğitimsiz, bilinçsiz denebilir mi? Kalın bu ülkede Barış Akademisyenleri’ni süründüren iktidarın, düzenin, rejimin düşünürlerinden ve tek adamın sözcülerinden. Öyleyse, Kalın da Peker gibi “aklımı tatile çıkardım” mı diyor bize, yoksa “hepinizi ahmak yerine koyuyorum” mu?
Oradan devam edelim. Siz hiç Ömer Çelik, Fahrettin Altun, Mahir Ünal, İbrahim Kalın gibi kendilerine düşünür-yazar payesi veren siyasal islâmcılardan birinin mertçe ortaya çıkıp, yazılı veya sözlü kafa kafaya bir entelektüel tartışmaya girdiğini yahut onu geçtim, soru alıp, yanıtladıklarına tanık oldunuz mu? Olmadıksa neden bu böyledir? Atar-gider yapmakla, sosyal medya trolluğuyla kültürel hegemonya kurulabiliyorsa demek.
Toplumu bir arada tutan dikişlerin gerildiği bir başka ülke Fransa. Muvazzaf subaylar ikinci muhtıramsı makale/bildiriyi aynı dergide yayımladı. Genelkurmay Başkanı sert çıktı. Konunun hukuksal yönü yani askerin siyasete dahlinin kısıtı açık. Buna karşılık bildirinin dili özenli, içeriği dolu. Toplumsal entegrasyon, laiklik, evrensel aydınlanma iddiası, tarihle yüzleşme, Napolyon’un 200. ölüm yıldönümü ve 2022 seçimlerinde DeGaulle’ün mirasına sahip çıkma örneklerinin yeniden gösterdiği üzere geçmişi tarihleştirme, ortak vatan izleklerinde Fransa örneğindeki sınamalar ufuk açıcı özellikler barındırıyor.
Hindistan da mantıktaki “üçüncü halin olmazlığı” kuralını (“ayran ve mabad” meselini anımsayalım) doğrulayan bir diğer örnek. O denli yaygın fakirlik, kast sistemi, gelir dağılımında, eğitimde ve temel altyapı hizmetlerine erişimde eşitsizlik, yolsuzluk, kötü yönetişim. Üzerine dünyanın en büyük demokrasisi olmak iddiasının seküler temelini dinamitleyen milliyetçi bir otoriter tekadam. Özetle, bir büyük boşlukta bozulmuşa benziyor büyü.
“Turpun büyüğü heybede” denir ya, yüz küsur yıllık “ebedi şef-parti devlet” yöntemini “üçüncü yol” diye dünyaya pazarlayan Çin’in orta vadedeki durumunun Hindistan’ı aratıp, aratmayacağını birlikte göreceğiz. Sözde Çin pandemiden erken kurtuldu, ekonomik olarak da fazla sarsılmadan çıktı. Küresel tedarik zinciri değişmedi, aynı kaldı. Oysa Hong Kong, Uygurlar, Burma’da askeri yönetime destek hatta güncel bir örnek olarak Alibaba’nın hem yatırımcıya hem Beijing’e şirin görünmekte giderek zorlanması bize başka öykü anlatıyor.
Öte yandan, sanki demokrasi derinleşip, ileri gittikçe vizyoner lider kavramı gözden düşüyor. Yerini Hollanda’da Rutte, Almanya’da Merkel gibi “tedvire memur” yönetici profiline bırakıyor, “önderlik” artık aranmıyor. Bu durum belki biraz da “dış politikanın sonu” anlamına da geliyor. İlginç olan taraf, Almanya’da Yeşiller iktidarın kulpuna soldan sıkıca yapışırken, komşusu Fransa’da Marine Le Pen sağdan aynı konumda. Acaba oy verme örüntüleri, eğilimleri şu tanıdık kamuoyu şirketlerinin bizlere gün be gün anlattıkları denli düzayak olmayabilir mi?
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu (ki seçim bölgesi bakımından turizmci) Alman meslektaşıyla Berlin’de podyuma çıkıp turistle muhatap olacak yurttaşın aşılanacağı güvencesi vermişti. Turizm Bakanı Ersoy’un (zaten turizmci) orada durmayıp, işi neredeyse kulağa mandal taktırmaya varan videosu üzerine tüy dikti. Aynı Çavuşoğlu, Filistin dosyasında laik cumhuriyetin bakanı olduğunu, hatta düpedüz egemen bir ülkenin dışişleri bakanı olduğunu unutup, “ümmet böyle istiyor” da diyebildi. Tanı koymak amacıyla siyasal bir omurga aramak herhalde boşuna.
Sedat Peker’in kimliği, kim olduğu bir yana, salt iletişim yönünden incelendiğinde yaptığı bir meydan okumaya dayanıyor. Daha önce Soma madencilerinin Ankara’ya yürüyüşündeki “öyle mi alay komutanı”, Demirtaş’ın meclis kürsüsünden dile getirdiği “seni başkan yaptırmayacağız” örneklerindeki gibi, “Allah mısınız ulan siz” de bence böyle akılda kalıcı bir slogan, bir çıkış. Kimden gelirse, gelsin.
Aynı bağlamda, Kılıçdaroğlu’nun bayram sabahı saygıdeğer eşine börek yapmakta yardımcı olduğu görüntüyü paylaşması ise önceki Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın (biraz da Trump’tan sonra Biden’in tutturduğu çizgi olan) “président normal” imgesine yakın. Bu anlamda sıradanlaşmaya, insanlığa hasret kaldığımız açık. Ancak Türkiye’de zemin “normal” değil. Bize her yer hep OHAL. Böyleyse Kılıçdaroğlu’nun paylaşımı, iktidarın “olağanüstü durum yok, her şey gayet normal” pişkinliğine sanki ortak olmak demeyelim de göz yummak sakıncası barındırıyor.
Babadan kalma kleptokrasi, despotizm, nepotizm, yolsuzluk gibi terimler ortada duruyor. Onun yerine varsa yoksa israf, hassasiyet, haram, dinimiz, vatan, millet, “Allah’a havale”, “sevgili gençler” vb. şark (doğrudan kaypaklık dememek için) muğlaklığını sürekli yeniden üreten yaklaşım dolaşımda. Neden? Efendim, (iman dolu?) gönülleri kazanacağız, karşı mahalleye sesleneceğiz. Ya beyinler? Aklımızı tatile mi gönderelim bizler de hep birlikte?
Sedat Peker’in “Televizyona çıkıp analist-manalist, böyle süslü kelimeler. Lan bırak!” yakınması da büyük ölçüde haklı. Nitekim işte ben de burada gördüğünüz üzere söz dinledim, analiz kasmayı bıraktım. Onun yerine birlikte düşünelim, “kendimize ilişkin yeni ve daha temel bir kavrayışın yolunu açabilir miyiz, taze bir başlangıç yapabilir miyiz” şiarıyla bu defa ortaya bazı alçakgönüllü sorular atayım dedim. “Değişim yetmez, dönüşüm zorunlu” diyen başkaları da varsa göz atabilecekleri varsayımıyla. Umarım vardır.