20 sene önceydi. 2001’di. Büyük depremin enkazı üstündeydik. Altımızda binlerce ölü, üstte milyonlarca insanın yıkıntısı.
Aylardan şubattı ve aslında her ay yine kriz vardı.
Bugünkülerden epey farklı olsa da, bugün gibi topyekûn rehin, hatta esir denemese de, bağıra bağıra gelen krizi pembeye boyayan, sonra sanki bir gecede patlamış gibi gösteren, onu da “muhalif” Cumhurbaşkanı’nın Anayasa kitapçığı fırlatmasına bağlayan, milyonlarca insanın hayatını karartan ekonomik kararları Ankara’da bir odada ilk elden, ilk dilden öğrense de halka hemen duyurmayan bir medya vardı.
Ben o gün o medyadan da fırlatılanlardandım.
Büyük medyanın içinde, o medyanın iktidara sipariş ettiği önemli bir kanuna karşı yazarak ve tavır alarak biriken günahlarıma, bir de o meşum gece krizin tercümesini yapmak eklenmişti.
Tarihî 28 Şubat’ta Genelkurmay’ın attıramadığı gazetemden, onun yıldönümünde kovuldum.
Tek başıma olsam, üzülür müydüm, bilmiyorum.
Ama esas onlar için üzülecek on binlerce çalışan ile yüzlerce gazeteci vardı, işten atılan. Kimse onları anmıyordu bile.
Emek ekmek demekti ve o anda tutunacak bir dalları, sığınacak bir damları yoktu.
2002 başında işsiz gazeteciler için de yapılan “Babıali Yürüyüşü”nde Yaşar Kemal vardı bir kolumda; bir kolumda da, zor bir ameliyattan çıkmış ve zor yürüyen, ama yüreğiyle yürüyen Sadullah Usumi vardı, ölümünden sadece 8 ay kadar önce. Gazetecilerin çok çok azı vardı; işsiz gazetecilerin de pek azı.
O kovulmada, üzüntüme adeta bir gurur karışmıştı. Çünkü “kovulanlar” arasında bugün üçü de hayatta olmayan Duygu Asena, Bedri Koraman, Turhan Selçuk da vardı. Zeynep Oral, Yalçın Doğan ve Nilgün Cerrahoğlu da.
Akal Atilla da vardı ve ağır hastayken gazetesinden atıldığı bu dünyada sadece bir yıl daha kaldı.
İsimleri Google’a bile kaydedilmemiş yüzlerce basın emekçisi de atılmıştı.
Kovanlar, şu son 20 yılda size ne basın özgürlüğü hikayeleri anlatmıştır kim bilir.
İyi yapmışlardır; çünkü sonradan her türlü iktidara oturanlar, onların araladığı hoyrat kapıları ardına kadar açtı; açtığı çukurları daha derin kazdı; kirlettiği suları, çamur etmek bir yana, kuruttu.
İşte o günler bir üniversitede Medya Etiği ve benzeri dersler veriyordum. Hızla anlamsızlaşan bir takım konular işte!
Öğrenciler zaten yıkılmıştı. Bir yıl içinde 600 eski liralardan 1500’lere çıkan dolar, ailelerin eğitim yükünü arttırıyor, kiminin dar gelirli, orta gelirli hatta ortanın üstündeki ailesi, işsizliğin, iflasın karanlık dehlizlerinde sarsılıyordu.
Az zamanda çok büyümüştü çocuklar.
Gülümseyen genç yüzlerine endişe ve acı dolu bir olgunluk yerleşmişti.
Umarım şimdi mutludur hepsi, ama artık 40’larına gelmişken, bugünün çocuklarına yine bir kriz anlatıyor olmalılar.
O kriz, biri bugün de iktidar ortağı olan o günkü üç partili iktidarı tasfiye etti kısa sürede. Büyük medyayı ve rejimin büyük kısmını da tasfiye edecek bir iktidarı hazırladı.
Deprem ve krizin patlattığı çürümüşlüğe halkın isyanı sayesinde iktidar olanlar da, bu çocukların 20 yılını nihayetinde çürümüşlüğe buladı.
Sanırım öğrencilerle birbirimizi seviyorduk.
Ben onların geleceği için endişelerde yuvarlanarak ama umuda sarılarak konuşup dururken…
Onlar da benim geleceğim için sorup duruyordu: “Kovulduktan sonra şimdi ne yapacaksınız Hocam?”
Öyle ya… Diğer dostlarıma açılan “son kapılar” bile bana açılmıyordu; medya içinden medya iktidarıyla çok didiştiğimden ve bağımsız görünen gazeteler bile büyük medyadan ürktüğünden.
Bir derste ağzımdan şu çıkıverdi, kafiye niyetiyle:
“Duvara da yazarım, Star’a da.”
Star, malum, Cem Uzan’ın gazetesiydi. Büyük medyadan uzak ama deli dolu ve medya etiğinden de epeyce uzak. Hoş, kim çok yakındı ki. Temiz kılıkların vicdani temizlikle ne kadar ilgisi olabilirse, o kadar yakındı çoğunluk.
Web üstünden gazete yayını henüz pek yoktu. Hayalimde, bir minibüs ayarlayıp yazdığım yazıları her gün her saat farklı semtlere taşıyarak elden dağıtmak vardı. Yazıyı ve sohbeti. Sorularımı ve cevaplarımı.
Hayaldi ama keşke deneseymişim. Ne çok şey öğrenirmişim.
Bir üniversitede iş bulmuştum ki, birkaç ay sonra hakikaten Star’da yazmaya başladım! Çünkü gazetenin sahibi ve yöneticileri tek kelimeme dokunmamaya söz verdiler ve inanın, nasıl yaptılarsa, ben ayrılana kadar bu sözü tuttular.
“Duvara da yazarım…” kısmı ise gerçekten hakiki duvarlardı.
Talat gibi arkadaşlarımızı yitirdiğimiz, hayallerimizi bilediğimiz, düşü düşünce, düşünceyi düş yaptığımız, bazen dibine düştüğümüz gençliğimizin duvarları.
Önümüze çıkan duvarlara karşı duvar duvar yazılar, yapış yapış afişler, devrim kokulu boyalar, isyan dokulu fırçalar, vız gelir denen duvarlar işte!
20 sene sonra…
20 sene yaşlandım. Yorgun ve kırgındım. Futbol yazılarıyla, yurtdışından habercilikle, birkaç belgesel metniyle, bir kitapla, yeni kitap fikirleriyle geçen “Paydos” dönemim.
Tekrar günlük makale yazmayı düşünmediğim; 20 yıllık esirlerin, rehinelerin, kuklaların, kapı kullarının dünyasına rağmen, her mecrada özgür ve bağımsız gazetecilik yapmaya çalışanlar yanında kendimi eksik görmediğim bir zamandı.
Ama işte Duvar’a yazmaya başladım.
Yazı, içine hapsettiğin yerde durmuyor. Çünkü fikir, düşünce, soru, sorgulama, anlamak ve anlama isteği durmuyor aslında.
Mesele yazmak değil, elbette. Neyi öğrenip anlatabildiğin, neyi hissedip aktarabildiğin, neyi nasıl ve kimlerle kimler için yazdığın. Neyi ve kimi merak ettiğin, aklını ve yüreğini nereye koyduğun. Bunu nasıl ve hangi yolla yapabiliyorsan.
Hakan Aksay’ın, dostlukla beslenen gazetecilik davetiyle…
Buradan ayrılanlar da dahil, Duvar’da çalışanların eseri olan saygı duyduğum bir gazetecilik yolculuğunun içine kalbimi, genç heyecanlar yanına umudumu, akıp giden onca haber ile birbirinden değerli her yazı ve sözün kıyısına kendi kelimelerimi koyuyorum şimdi.
Umarım bu dünyada bir manası olur!
Bilhassa da sesi kısılanlar, sesi yamultulanlar, hayatı çalınanlar, altta, en altta kalanlar için.
Bilene, tanıyana ve bilmeyene, tanımayana merhaba.
Daha güzel günler umuduyla.
Hep o bitmeyen umutla.