Alien/Yaratık filminin de görsel yaratıcısı olan HR Giger, hemen bütün toplumlarda kutsal görülen doğumu, doğurmayı, bir öldürme aracını, tabancayı bir anne rahmine dönüştürerek gösteriyor. Bu resim, içine doğduğumuz ve çocuk doğurduğumuz toplumsal koşulları anlamamız için asit rengi, sağlam bir fiske vuruyor bakışımıza.
doğduk doğalı ömür
yeldedir bildik mi sahi nedir anlam biz neresindeyiz
sözler ormanında bir
sözüm asırlar var dilim yarı yoldadır
suskun –diyorlar–
sevdiğim bana
sebep... ol sebebin rahmindedir
***
Doğmuş olmamızın anlamlarını ister doğrudan ister bir düşünceyi
ya da eylemi daha kolay kavrayabilmek için başvurduğumuz
simgelerle, benzetmelerle, yani alegoriyle bulmaya çabalayalım...
Yolumuz, fikrimiz art arda ayrılıklara, açmazlara düşer.
Evrimi kavrayan, inanan ya da aksini düşünüp evrimle çatışan
düşüncelerin ana ortak noktası: doğurmanın türün, soyun devamı
olduğudur.
***
Eserlerindeki adıyla Hr Giger, (Hans Rudolf / Ruedi Giger
1940-2014), toplumun büyük çoğunluğunun pek sormadığı o soruyu
karanlık bir kararlılıkla soruyor:
İnsan soyu neden devam etsin? Ya da...
İnsan soyu neden böyle devam etsin?
Giger, bu soruları başka eserlerinde de değişik tonlarda
işliyor. Ancak, Birth Machine / Doğum Makinesi’nde
handiyse hiçbir esneklik bırakmadan, bizi doğum, doğulan dünya,
doğa, yaşamsal kaynaklar, sınıf farkları, yaşamak biçimleri ve
nedenleri gibi pek çok olguyu iç içe koyarak düşünmek zorunda
bırakıyor.
***
Giger resimlerinde, heykellerinde ve sinemada
teknolojiyi en iyi şekilde kullanarak “Akıl Çağı” ya da “Teknolojik
Devrimler Çağı” denen zamanların çelişkilerini, ruhsuzluğunu
eleştiriyor...
Resim tarihinde pek az görülen ters bir adlandırma biçimiyle
karşı karşıyayız.
Ben, bu eserle kişisel deneyimimi özetlersem, daha kolay yol
alacağıma inanıyorum.
Bir silahın şarjöründe metal gözlükler takmış ve yaşlanmış hissi
veren bebekler, birer mermi olmuş bize bakıyor. Biri namluya
sürülmüş, silah atışa hazır... Görür görmez, “anti militarizm,
savaş karşıtlığı bu kadar dolaysız, net anlatılabilir” diye
düşündüm. Nihayetinde savaş alanlarında insanın değeri, bir mermi
değerinden daha fazla değildir. Çarpılmıştım.
Ne ki eserin adını okuduğumda, düşüncem tepe taklak oldu. Yine
çarpıldım:
Doğum Makinesi!
***
Bebekler, ana rahmindeki duruş pozisyonunu düşündürecek biçimde
yerleştirilmişler tabancaya. Beslenme kordonunu çağrıştıran metalik
çizgiler, onları birbirine ve beslenme kaynağına bağlıyor
gibi...
***
Her anne rahmi potansiyel bir silah mı?
Biliyorum soru kışkırtıcı, acıtıcı. Ancak ben değil Giger
sorumlu. Fakat durmak da mümkünsüz gibi... Örneğin, toplumların
ezici çoğunluğunun savaşa ve silaha bu denli kul köle edildiği;
dahası yoksullar ve ezilenlerin, savaşa ve silaha, onları mecbur
kılan egemen sınıfların isteklerinden çok daha sıkı sarıldığı bir
dünyada, her anne rahminin potansiyel dolu bir silah olması neden
düşünülmesin?
Savaşın, şiddetin toplumların pedagojisini belirleme biçimlerini
düşünmek için böylesi çarpıcı sanat nesneleri neden bir olanak
olmasın?
***
Doğum Makinesi’nin sorusu, doğurup doğurmamaya ilişkin
olmakla birlikte; daha çok şunu konuşturuyor: nasıl bir dünya var
elimizde ve bizden doğanları bu dünya nasıl şekillendirecek?
“Efendimiz için öleceğiz” diye bağırarak, başkalarını öldürmeye
gidenlerin kuşattığı bu dünyada kaç bebek katil yapılacak, kaç
bebek bu katillere ortaklık edecek, kaçı bunlara sesini
çıkarmayarak -hiç ortak olmadan ortak olarak- yaşayacak ve kaçı
bundan kurtulabilecek?
Biraz daha zalim olmayı göze alarak sorabilirsek: Biz, bütün bu
dünyayı değiştirmek için ne yapıyoruz? Söylenmekten, yakınmaktan
başka ne?
Hayır. Sorumu değiştiriyorum: Biz neler yapmıyoruz, neleri
erteliyor, nelerden kaçıyoruz da bu yaşam tarzları egemen
olabiliyor?
***
“İnsan soyu devam etmemeli” diyenlerin ilk öne sürdükleri “nüfus
kalabalığı, doğanın yok edilmesini hızlandırıyor” veya “yaşam
kaynaklarını bitiriyor” gibi nedenlere elbette bakabiliriz. Lakin
oraya varmak için yol çok uzun. Üstelik bu, halklara kabul
ettirilmiş yaşama ve tüketim biçimlerini ortaya döküp konuşmadan,
bizi bir yere vardırmayabilir...
***
Giger / Doğum Makinesi (ayrıntı)
Silah-rahimdeki bebeklerde kadın cinsini çağrıştıracak izler yok
gibi. Tersine aşağıdan gırtlağa doğru uzanan beyaz oklar, fallus
imgesini akla getiriyor. Böyle diyerek “erkek egemenliğinin”
eleştirisine girilebilir elbette, ama bu kadarı da o eleştiriyi
yapmaya denk gelir sanırım...
***
Sanat eleştirmenleri Hr Giger’i sürrealist ressam ve heykeltıraş
olarak tanımlıyor. Ancak bence, onun asıl sürrealizmi sinemada ve
tiyatroda patladı. Giger görsel yaratıcı, set tasarımcısı ve film
yönetmenidir.
HR Giger/ Alien
Türkiye'de "Yaratık" adıyla gösterilen filmdeki
"Alien" karakterini hatırlayanlar ne dediğimi daha iyi
anlayacaktır. Filmi izlememiş olanlara önermekte hiçbir çekincem
yok. Ridley Scott'ın filmi için yarattığı karakter ve düzenlediği
setler, 1980'de Giger’e Görsel Efekt Dalında En İyi Oscar’ı
kazandırdı.
Poltergeist (1986), ve Species (1995) filmlerini de anmadan
geçemeyiz. Zamanı olanlara, Giger’in mobilya tasarımlarına
bakmalarını da öneririm.
***
Giger, “karamsar zeki” denen sanatçılardan biri.
Doğmanın ve doğurmanın anlamlarını sorgulayan birçok eseri var.
Doğum Makinesi bunlar içinde en çok öne çıkandır.
Kadının doğurganlığını, onun bütün insan özelliklerinin üstünde
tutan düşünüşlerin bir eleştirisi elbette var bu eserlerde. Ancak
daha ötesini de düşündürüyor.
Sevgili dostum, Hrant Dink’imizin öldürülmesinden sonra, canım
Rakel’in sözleri, anlama çabasının bazen ne kadar acı olduğunu da
düşündürüyor:
“Katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını
biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan
hiçbir şey yapılamaz...”
Terörizm, zaten silahlı olan devletlerin hala en sağlam
silahıdır. Sahi neden?
***
“İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur.” Bu,
J.J. Rousseau’nun yazdığı Toplum Sözleşmesi’nin sadece ilk cümlesi
değildir; aynı zamanda düşünüşünün özüdür.
Ne ki Rousseau’nun cümlesinin ikinci bölümü, birinci kesitini
epeyce eziyor; çünkü, “her yerde zincire vurulmuş insanın” özgür
insanlar doğurmasının mümkünsüzlüğü döneniyor akılda.
Giger’in silah-rahim eseri bunu düşünmeye mecbur bırakıyor
izleyeni. İnsanın, insanlığını belirleyen “zincir,” önce zorun,
şiddetin eseridir. Ancak giderek “Gönüllü Kullar” doğurur ve bu
ilişkiler silsilesinin içine doğan, bu gönüllü zorbalığın
şekillendirdiği kuşaklar, gelen diğerlerini belirlemeye devam
eder.
***
Eriştiğim kaynaklar, Giger’in Marksizm’le bir rabıtası olup
olmadığına değinmiyor. Olması da şart değil. Bazı gerçekler ya da
sorular için insanın Marksist olması bile gerekmez çünkü.
Ancak, bizim Kaba Sakal’ın şu cümlesi düşüncemizi biraz daha
berraklaştırabilir:
"İnsanlar tarihlerini kendileri yapar, ama bunu canı istediği
gibi, kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek yapamaz. Ölüp
gitmiş tüm kuşakların oluşturduğu gelenekler, yaşayanların zihnine
bir kâbus gibi çöker. Üstelik bu kâbus, yaşayan insanlar bir
şeyleri altüst etmekle, şimdiye dek hiç olmamışı var etmekle
uğraşırken çöreklenir zihinlerine...”
Giger, içine doğduğumuz toplumsal gelenekleri ve devam edişini
anlamamız için asit rengi, sağlam bir fiske vuruyor bakışımıza.
Bunu, hemen bütün toplumlarda kutsal görülen “doğumu,” bir öldürme
aracıyla, tabancayla göstererek yapıyor.
***
Marks’ın “ölüp gitmiş kuşakların mirası, geleneği bir kâbus gibi
çöker zihinlerimize” sözünün azıcık daha akılda kalmasına yardım
eder mi bilmiyorum ama sözü bizim Anadolu’yla bağlayacağım.
Anadolu’da hali vakti yerinde olanlar, doğan her erkek çocuğun
yatağının altına bir tabanca koyar veya bebeğin görebileceği duvara
bir tüfek asar. Çocuk anasının babasının yüzünden çok o silahı
görür. Bu, o hanede “bir yiğidin” büyüyeceğine olan inançla
yapılır. Silah ve yiğitlik ayrılmazdır çünkü. Ve bu gelenek,
zamanla yoksullara da sirayet etti.
Bugün, insanlar bir yandan barışa ne kadar ihtiyaç duyduklarını
anlayabiliyor ama nasıl oluyor da durmadan, başka hiçbir çare
yokmuş gibi silahlanıyor, şiddete tapınıyor?
Yiğitlik sevmeyi öğrenmekle, sevgi emeğiyle eş tutulsa olmaz mı?
O güzelim bebekleri barışın, bolluğun çekip çevirdiği bir dünyaya
doğurmak daha güzel olmaz mı?