Duvardaki Yapıtlar: Yaşayabilmek mi yaşamayı bilmek mi?

Şunu mücadele defterimizin ilk sayfalarına yazalım, derim: Kapitalizm -en zengin, en “ileri” sayılan biçimleri dahil- günün 24 saati işleyen korkular yaratarak yönetir. Daha da beteri, bu korkuları toplumların günün her anında yeniden üretmesini sağlayarak; yani benim beni, senin seni korkutmasını sağlayan mekanizmalarla yönetir. İşsizlik ve gelecek korkusu bunlardan sadece biridir.

Tevfik Taş tevfiktas@gmail.com

 beklemek gözleri kör
saka kuşunun düşlerince
beklemek çölün gecesinde
susamış tarla kuşları gibi
seher çiğini
uzatıp çekerek boynumuzu
değip koparak bir parçacık kalmış bilince
uçmaya gönülsüz giderek
ötüşsüz, sessiz
taşın içinde görülmeyen gözyaşı gibi
akmayan, akamayan

Yaşamayı bilmeyi, daha çok öğrenmeyi, sevmeyi değil de yaşayabilmeyi ummak, beklemek…

Emeğimizi satmakla, işsizlik saldırganlığına maruz kalmak arasındaki o dehşetengiz bağıntılar silsilesinin insan dünyasında yarattığı çatışmaları böyle özetleyebilir miyiz?

Emeğin alınır satılır olduğu bir dünyada, çalışıyor olmanın insanı tüketme biçimlerini düşünmek bile yeterince can acıtıcı değil mi?

“İşbölümü” denen zorbalıklar ağıyla paramparça edilmiş insanı makinelerin bir dişlisine, vidasına çeviren otomasyonlar ya da Call Center'lere tıkayıp insanları, dur durak bilmeden konuşan aynalara çeviren bir yaşamın yiyip bitiriciliği mi; yerin 1000 metre altında kazma sallamak ya da bir hastanın başında kanın ve acının içinde, üstelik kendi yaşam güvencen yokken geçen zamanlar mı; değişik türden iş cinayetlerinin elimizden aldığı insanlardan biri olmak mı? Ya da… Ya da…

Bunlar mı; yoksa emeğimizi satacak bir yer bulamadığımız için açlığın, yoksunlukların girdaplarında sonu gelmez bekleyişler mi?

***

Dünü dünde bırakamadan; bugüne bugün diyemeden beklemek; ekmeğin, ekmek kaygısının düşünsel özgürlüğün, sevme ve yaratma istencinin bütün boyutlarını bastırması; emeğin kendisinin, öz niteliklerinin değil de onu satın alacak olanın sözüne bağlı bir dünyayı yaşama yeri sayıp sayamamak arasında boğulmak mı?

***

Ressam ve fotoğraf sanatçısı Sophie Stewart’ın bazı çalışmaları doğrudan doğruya bu meseleyle ilgili… 1997, Inverness (İskoçya) doğumlu genç ve çok yönlü sanatçı, kapitalist devletlerin -en gelişmiş olanının bile- bireyi güvencesizlikle terbiye etme biçimlerinin en ağır, en saldırgan yöntemlerinden biri olan işsizliği, salgın hastalıkla kıyaslıyor:

Salgın hastalıkların, toplumları evlerine tıkaması veya kıpırdayamaz hale getirmesiyle, gıdaya ve diğer temel gereksinmelere ulaşılamayacak hale getiren işsizliğin, göçmenliğin, güvencesizliğin özellikler toplamı bakımından bir ve aynı etkiye sahip olduklarını düşünüyor.

***

Sevilmeyi ve sevmeyi alıp anlayacak takat için satılığa çıkardığımız ömrümüz ah… Alıp da bizi normalleşmiş köle yapacak olanın ağzından çıkacak sözleri bekleyerek tükenen ömrümüz ah! Yunus Emre’nin dizesi “aşk pazarını” söylerken bu derdi de kapsamaz mı? “Aşkın pazarında canlar satılır / Satarım bu canı alan bulunmaz.”  

***

Sophie Stewart, İskoçya’nın en büyük kentlerinden biri olan Glasgow'da resim sanatı dalında eğitim görürken, seçtiği bitirme tezinin konusu da “Güvencesizlik Ve Bireyler Üzerindeki Etkileri”dir. O tezini yazdığı sırada Covid 19 salgını dünyanın bütün kapılarını başka türlü kapattı.

Sophie Stewart-Pause 1

Rose Berry’nin, Stewart’la yaptığı o olağanüstü söyleşide, pek çok şeyin yanında bunlara da değiniyorlar: “Beklemenin, güvencesizliğin insan üzerinde birçok yansıması var. Düşünün ki zamanınızın çoğunu, iş başvurularının sonuçlarını bekleyerek geçiriyorsunuz. Bu bir tür belirsizlik alanı, başkalarının sizin hakkınızda verecekleri kararı beklemenin belirsizliği. Tüm zamanınızı aynı dört duvara bakarak geçirdiğinizde ve yapacak bir şey olmadığında, gerçeklik daha çok üzerinize geliyor. Bunları yaşarken yaratıcı hissetmek zor.”

***

Stewart sağlam bir resim eğitimi almasına rağmen, başka bazı konularda olduğu gibi bu kez de fotoğraf performansıyla anlatmayı seçmiş.

İnsan bedeninin poşete sarılmış olarak beklediğini, bekletildiğini gösteren bu fotoğraflar, bana ilk baktığımda gangster filmlerindeki öldürme yöntemlerinden birini düşündürdü. İnsanların kafasına bir naylon poşet geçirmek, onun nefesini keserek öldürmek… Bu metaforun başka bir boyutu da gangsterlerin, bu öldürme biçiminin sessizliğine ve iz bırakmayışına güveniyor olmalarıdır.

İşsizliğin, itilmişliğin, toplum içinde işlevsiz, düşkün hale getirilmenin kahırlı zamanlarına dayanamayıp bugüne kadar intiharla, çıldırarak ya da başka biçimlerde ölmüş olan milyonlarca insan da aslında, asıl ölüm nedenleri bakımından toplumlarda iz bırakmıyorlar, diyebiliriz... İşsizlik, güvencesizlik nedeniyle insanın canından bezmesi, ölmesi, öldürmesi kapitalizmin elimizden aldığı yüzyıllar boyunca olağan ölüm türleri arasında sayıldı/sayılıyor.

Sophie Stewart - Pause 3

***   

Matematik dehalarından, fizikçi ve aynı zamanda bir pietist olarak, devlet gücüyle bir ezen haline gelen dinin itibarını kurtarmaya çabalayan ve bu nedenle de dindarlığı soru sorarak doğruyu bulmaya yöneltmek isteyen Blaise Pascal’ın 17. yüzyılda yazdıklarına bakmalıyız. İdam cezalarının infazının halka gösterilme nedenlerine değinirken şunu söylüyor: “Her infazdan sonra, geride kalanlar, kendi geleceklerini, kaderlerini, öldürülenin öldürülme biçimine bakarak değerlendirir ve bir gün sıranın kendilerine geleceğini düşünmek zorunda bırakılır.” Dolayısıyla idam ve onun gösterisi hâkim sınıfın, salt “suçlu” ilan ettiği birini öldürmesi değildir, onu seyrettirerek halkın geri kalanını terbiye etme yöntemlerinden biridir.

***

İşsizlik de kapitalist dünyada tam bunu yapmaktadır. 

İşsizlik, güvencesizlik salt onun girdabına düşürülmüş milyonlarca insanın yaşamını çekilmez kılmaz. Aynı zamanda emeğini satanlarla, bunu satın alacaklar arasındaki bütün pazarlıklarda, bütün bağıntılarda aşağılık bir rol oynar.

Emeği ucuza satın almak isteyen, emeğini satacak olana: Benim istediğim koşullara uymazsan, dışarıda bu işi çok daha ucuza, benim istediğim gibi yapacak milyonlarca işsiz var, der.

Dolayısıyla, işsizlik aslında aynı zamanda, doğrudan doğruya bütün emekçi sınıfların sorunudur…  Demem o ki emekçilerin sahici her örgütü, işsizliği, işsizlerin sorunu olarak görmenin ötesini anlayabildikçe, adım atabildikçe emek dünyasının kazanımları ve karakteri değişebilir.

***

Stewart, “bir sanatçı olarak, işsizliğin boğuculuğuna mahkûm edilmek, insanın yaratıcılığını öldürüyor” diyor Rose Berry’e. Sözü biraz daha genişletirsek, sanatın, sanat olarak alınır satılır olma koşulları da emeğin diğer biçimlerinin satılır ve alınır olma koşullarına tastamam bu mekanizmayla bağlanıyor. Sanatsal emek ve üretim, onu satın alan piyasa ilişkilerinin kölesi haline bu kaygılar silsilesiyle giriyor.

***

Bütün kapitalist dünyanın neden yıkılması gerektiğini söylemek için pek çok nedenimiz var. Ancak şunu mücadele defterimizin ilk sayfalarına yazalım, derim: Kapitalizm -en zengin, en “ileri” sayılan biçimleri dahil- günün 24 saati işleyen korkular yaratarak yönetir. Daha da beteri, bu korkuları toplumların günün her anında yeniden üretmesini sağlayarak; yani benim beni, senin seni korkutmasını sağlayan mekanizmalarla yönetir. İşsizlik ve gelecek korkusu bunlardan sadece biridir.

Elbette ötesi, toplumları “normal hastalara” döndüren kapitalistçe başka korku türleri de var. Ömrümüz, işimiz vefa ederse konuşuruz.

NOT: Bundan bir süre önce, Jules Adler’in tablolarından yola çıkarak bekleyişle umut etmek arasındaki ilişkinin bir boyutunu yazmıştım. Sophie Stewart’ın sergilediği fotoğraf performansı, konuşmaları, bu iki kavram arasındaki bağıntıları başka boyutlarda konuşturduğu için de çok önemli.

Tüm yazılarını göster