Duvardan taşan hapishane

Foucault, 'Hapishaneye ‘Alternatifler’'de, 'yeni' olarak sunulan ceza biçimlerinin kurumu yok etmediğini tam tersine yaşamın içinde yaygınlaştırdığını göstermeye çalışıyor. Kitapta disiplin toplumundan güvenlik toplumuna geçişte ceza rejiminin kapsamının; tüm bedenlere sirayet eden, bireyi kendi kendinin denetimcisi haline getiren pratiklerin tarihsel seyrini görebiliyoruz.

Emek Erez emekerez@gmail.com

Michel Foucault’nun “kapatılmalar” teorisinin önemli bir alanını hapishaneler oluşturur. Onun hapishaneler bahsi kurumun yapısını, tarih içinde dönüşümünü, bir gözetim ve ceza tekniği olarak nasıl işlediğini çözümlemeyi içerir. Düşünürün bu konudaki tartışmasını salt bir hapishane karşıtlığı olarak okumak da yanıltıcı olur çünkü filozofun sorunsallaştırdığı şey, gözetleme ve cezalandırma teknikleri çerçevesinde gelişen cezaevi rejimidir.

Foucault’nun “Hapishaneye ‘Alternatifler’”(1) adlı metni bu açıdan epey önemli çünkü bana kalırsa burada hapishane rejiminin işleyişini tarihsel bir devamlılık içinde takip edebildiğimiz gibi, düşünürün bu konuyla ilgili meselesini de zihnimizde netleştirebiliyoruz. Bahsettiğimiz bu metin içinde ayrıca, konuyla ilgili Sylvain Lafleur’un, “Foucault İle Birlikte Cezaya İlişkin Güncelliğimizi Düşünmek” yazısına ve Tony Ferri ve Anthony Amicelle ile yapılmış söyleşilere yer veriliyor.

HAPİSHANEYE 'ALTERNATİF' NEDEN SORUN?

Foucault bu metninde en başta “alternatifler” kavramını sorunlu bulduğunu ifade ediyor, çünkü burada şöyle bir soru açığa çıkıyor: Ne oldu da hapishaneye “alternatif” bulma durumu ortaya çıktı? Çünkü uzundur tartışıldığı halde hapishanenin öyle işlevini kaybettiğini söyleyebilecek durumda değiliz ki Foucault, şu cümlelerinde bu konudaki fikrini açıkça belirtiyor: “Bana hiç de hapishane başarısız olmuş gibi gelmiyor. Bence gayet başarılı oldu.”

Hapishaneye “alternatif” düşünülmesi başka bir sorun daha doğuruyor, bir ceza rejiminin yerine koyulacak şey, onu ortadan kaldırmıyor, tam tersine başka şekillerde devam etmesine sebep olabiliyor. Bu da Foucault’nun hapishaneye “alternatif” düşünülürken bir şeylerin gözden kaçabileceği şüphesinin nedenlerinden biri bana kalırsa ki Tony Ferri ile yapılan söyleşide, onun Foucault’nun “hapishane karşıtı akım”da direkt yer almamasının sebebinden bahsederken söyledikleri bunu destekliyor. Ona göre: “Hapishanelerin kaldırılmasını savunan ya da hapishane karşıtı akım, bir şekilde, hapishane biçiminin yerine başka cezalandırma tarzlarını ikame etme, bir ideolojiyi başka bir ideolojiyle değiştirme, iktidardan uzaklaşmak yerine iktidara yaklaşma ihtiyacı tarafından tuzağa düşürülmüş olabilir.” Ferri ayrıca, Foucault’nun bir şeyi değiştirmek için “gerçeğin kalbinde” yani sokakta ve eylemde olma fikrinin de bu akıma kapılmamasında etkili olduğunu vurguluyor.

HAPİSHANE İŞLEVİNİ YERİNE GETİRİYOR MU?

Filozofun “Hapihaneye ‘alternatifler’”de, tartışmaya açtığı sorunlardan biri de hapishanenin gerçekten işe yarayıp yaramadığı. Ona göre hapishanenin görünen şöyle bir işlevi var, “insanların emin bir şekilde ve sürekli gözaltında tutulması” ama verdiği örneklerde bunun pek de başarıya ulaşmadığı görülüyor. Mesela, İsveç’te 1965’te yeni bir ceza yasası çıkarılıyor ve yedi büyük tesis yapılıyor. Bu kurumlar Foucault’nun anlatımıyla; “Bentham’ın panoptikonunun saf haliyle vücut bulması, bir bakıma klasik ceza sisteminin büyüleyici rüyasıydı.” Ancak bu “rüya gibi” hapishaneden 1971 yılında büyük bir grup kaçıyor ve bu kişilerin yine “suça” bulaştığı görülüyor. Düşünüre göre bu durum, “cezaevinin düzeltici işlevinin, tutukluluk yerine bize önerilen ıslah amacının da başarısız olduğunu apaçık ortaya koyuyordu.” Hapishaneye “alternatifler” fikrinin ortaya çıkışında buna benzer deneyimler etkili oluyor. Bu “alternatif”lerde şunlar öne çıkıyor; çalışmanın esas olması (bildiğimiz hakiki işlerde), dış dünyayla belirli koşullarda temas, mahkûmların yeniden topluma karışmasının yolu olarak dışarı çıkma izni… Başlangıçta olumluymuş gibi değerlendirilebilecek bu düzenlemeler, yine Foucault’ya başvurursak; “hapishaneye alternatif olmaktan ziyade, bir şeyin hapishaneden farklı mekanizmalar, kurumlar, tesisler tarafından üstlenilmesini sağlama girişimleridir…”

Hapishaneye Alternatifler, Michel Foucault, Çevirmen: Murat Erşen, 80 syf., Ayrıntı Yayınları, 2023.

Burada ceza rejiminin farklı şekillerde sürdüğünü görüyoruz, hapishane ortadan kalkmıyor biçim değiştiriyor. Foucault bu konuda özellikle çalışmanın asli unsur haline gelmesini vurguluyor çünkü ona göre böylece, “on sekizinci yüzyıla uzanan eski bir fikir muhafaza edilmekte ve mükemmelleştirilmeye çalışılmaktadır.” Böylece, çalışma bir disiplin tekniği olarak işliyor, kişinin çalışmayla düzeltilmesi ve ıslahı amaçlanıyor. Çalışma sorunu on dokuzuncu yüzyılda da hapishanenin işleyişinde önemli yere sahip oluyor ve “alternatif” olarak sunulan ceza rejiminde aynısının işlediğini görüyoruz.

Yine bir on dokuzuncu yüzyıl fikri olan Foucault’nun, “yeniden aileli kılma” dediği durumun da bu “alternatif” mekânlarda uygulamaya geçirildiğini görüyoruz. Çünkü aile, “yasaya uygun yaşamın veya yasal yaşama dönüşün temel etkenlerinden biri” olarak iş görüyor ve bu yeni kurumlarda yerini alıyor. Böylece, hapishanenin dışa taşmasının aile yoluyla da işlediğini görüyoruz ki genel olarak ailenin kurumsal dinamiğinin zaten bir disiplin mekanizmasının parçası biçiminde iş gördüğünü söylemek yanıltıcı olmaz.

Foucault’nun konuyla ilgili son olarak verdiği örnek önemli bu, “cezalandırılan bireyin, bizzat ceza mekanizmalarına katılmasını sağlamaya çalışmak.” Böylece, birey cezasını üstlenerek bunun gereğini yerine getiriyor. Buradaki sorun kişinin kendi kendini cezalandırıcı bir misyon kazanması, kendi kendini ıslah aslında Foucault’nun kendiliğin çeşitli tekniklerle yönetimi bahsiyle de ilişkileniyor çünkü burada bireyin kendi hakikatinin ne olduğunun bir iktidar tarafından belirlendiği ve kendisini bu belirlemeden hareketle tanımladığı bir durumla karşılaşıyoruz. Kişiyi “suçlu” olarak kuranlar ona kendisinin o olduğunu kabul ettirerek, kendisinin denetimcisi ve gözetimcisi kılıyorlar. Bu güvenlik toplumlarında direkt beden üzerinden işleyen bir kontrol mekanizmasına dönüşüyor ve yaygın bir biçim kazanıyor.

Bu bahsettiklerimizin dikkat çeken yanı, “alternatif” olarak ortaya çıkan uygulamaların tarihsel olarak ceza rejiminin işleyişinin bir parçası olması, hapishanenin başka şekillerde sürdürülmesi… Burada en önemli olan kısım ise, hapishanenin duvarların dışına ve özgür alana taşması. Foucault’nun cümleleriyle söylersek: “Hapishanenin çalışma, aile ve kendini suçlama yoluyla yeniden toplumsallaştırmaya yönelik işlevleri, bu yeniden topluma kazandırma süreci, esasında artık sadece hapishanenin dört duvarıyla sınırlı değil, nispeten açık bu kurumlar sayesinde bu eski işlevleri tüm toplumsal bünyeye yaymaya ve genişletmeye yarar.”

Bu sözde “yeni” ama aslında hapishane mantığının devamı olan uygulamalar, hapishanenin alanını genişletmek, gözetim ve kontrolü toplumun tüm yaşamına sızdırmak anlamı taşıyor. Bu konuda coğrafyamızda da çok sık uygulanan denetimli serbestlik modeli güzel bir örnek Foucault şöyle bahsediyor; “denetimli serbestlikle salınmış bir birey, peki! Bu gündelik yaşamının her evresinde sürekli gözetlenen bir bireydir, her halükârda ailesiyle, işiyle, görüştüğü insanlarla mütemadiyen gözetim altında tutulur.” Bu konuda, Türkiye örneğine bakabiliriz, haftanın belli bir günü mutlaka karakola gidip imza atmanız gerekir, bu cezanın uygulandığı yere sabitlenmeniz anlamına gelir, size çevreniz tarafından devamlı imza gününü unutmamanız hatırlatılır böylece tüm varoluşunuz o güne bağlı hale gelir.

Kitapta, Anthony Amicelle ile yapılan mülakatta değinildiği gibi günümüzde “elektronik kelepçe” uygulaması bu “alternatif” cezaların kapsamının, teknolojinin de işin içine girmesiyle nereye kadar uzanabileceğini gösteriyor çünkü “gözetim kapitalizmi”nin cezalandırma rejimiyle yakından ilişkisi, güvenlik toplumlarında meselenin seyrini bulanıklaştırıyor. 

CEZA MEKANİZMASININ İŞLEVİ VE YASADIŞILIKLAR

Michel Foucault’nun bu metinde vurguladığı bir diğer şey, ceza mekanizmasının işlevi. Onun meseleye bakışı bana kalırsa şu soruda açığa çıkıyor: “Ceza mekanizmasının işlevi, yasadışı eylemleri ortadan kaldırmak değil de, tam tersine, onları kontrol etmek, ekonomik açıdan yararlı ve politik açıdan verimli olacak belirli bir denge tutturmak değil mi acaba?” Ceza yasalarının uygulandığı hapishane rejimine bakarsak bu kurumların yasadışılığı engelleme konusunda pek de başarılı olduğu söylenemez tam tersine hapishane bir “yasadışılık fabrikası” gibi işler. Burada uygulanan işkence, cinsel istismar, gardiyanlar, polisler ve “suçlular” arasında kurulan ortak suç ağları gibi örneklerin yanı sıra bu kurumların var ettiği “suça eğilimliler”, yukarıdan çeşitli iktidar biçimleri tarafından kullanılırlar. Foucault’nun söylediği gibi, “…polis ne zaman kirli işlerini gördürecek birilerine ihtiyaç duysa, ona bu hizmeti verme olasılığı en yüksek kişileri nerede bulacak? Tabii ki hapishanelerde.” Yani ceza mekanizmalarının devreye sokulduğu hapishanelerin “yasadışılığı” ortadan kaldırma misyonu tartışmalıdır hatta tam tersine “hapishane kurumsallaşmış yasadışılıktır”, onu besler. 

Ayrıca, yasadışılığın farklı dönemlerde farklı şekillerde değerlendirildiğini de görüyoruz. On sekizinci yüzyılda yasadışılık genel ve yaygın bir durumun karşılığı olarak çıkıyor karşımıza çünkü ekonomik açıdan güçsüz olan iktidarın devamı için gerekli bir unsur. On altıncı yüzyıl ile on sekizinci yüzyılda metinde de ifade edildiği gibi, “kapitalizmin yaşadığı büyük kurucu değişiklikler, rejimin ve toplumun kurumları söz konusu olduğunda büyük ölçüde yasadışılığın kanallarından geçti.” Çünkü sistemin gelişmesi ve ilerlemesinde yasadışılığın rolü büyüktü ve bu nedenle genel bir hoşgörüyle karşılanıyordu.

Bu durum on dokuzuncu yüzyılda değişiyor, burjuvazinin yasadışılığın yönetimini ele alması, şöyle bir durum ortaya çıkarıyor, “endüstriyel tipte ekonomik örgütlenme işçilerin kesinlikle ahlâk sahibi olmasını gerektiriyordu. Devrim ve on sekizinci yüzyılın sonundan on dokuzuncu yılın ortalarına kadar süren Avrupa’yı sarsan halk ayaklanmalarının yarattığı huzursuzluk, tüm bu siyasi hareketler aynı zamanda halk arasında yaygın olan yasadışılıkların sıkı bir şekilde kontrol edilmesini getirdi.” Yasadışılık üst sınıfların ve gücü elinde tutanların kendi varlıklarının devamı için yönettikleri, ona göre kavrama anlam biçtikleri bir yan taşıyor. Sonuçta, yasadışılık profesyonelleşiyor ve hapishaneler aracılılığı ile üretilen “suça eğilimliler” yasadışılığın yönetiminde, sistemin ekonomik işleyişinde kullanılıyor.

Foucault hapishanelerin bir çeşit gerileme evresinde olduğunun düşünülebileceğine dikkat çekiyor, bunun sebebinin “suça eğilimlilere” duyulan ihtiyacın azalması ve kontrol mekanizmalarının yaygınlık kazanması olduğunu düşünüyor. Yasadışı işlerin kapitalistlerin kendileri tarafından devralınması, hapishane aracılığı ile yaratılan “suça eğilimlilerin” kullanımının eskisi kadar işlevsel olmaması gibi nedenlerle birlikte düşünüre göre, “onun nöbetini çok daha incelikli, başka kontrol mekanizmalarının devralması ihtiyacı giderek artıyor: Bilgi yoluyla kontrol, psikoloji, psikopatoloji, sosyal psikoloji, psikiyatri, sosyal psikiyatri, kriminoloji gibi yollarla kontrol.” Hapishanelere duyulan ihtiyaç azalıyor çünkü artık tüm yaşama dağılmış, tespit edilebilen tüm “anormalliklerin” kontrol edilebildiği yaygın bir hapishane durumu var.

Foucault metnin sonunda yasadışılık sorusunun asıl muhatabı olarak gördüğü iktidara yönünü çeviriyor çünkü onu yöneten, araçsallaştıran, başkasının edimini yasadışı olarak kuran ancak yasadışılığa asıl ihtiyacı olan kendisi. Bu konuda şunları söylüyor: “Sorun insanların yasadışı olana duyduğu sevgi değildir, sorun şudur: İktidarın yasadışılığı elinin altında bulundurma, bu yasadışılığı kontrol etme ve iktidarını bu yasadışılık aracılığı ile icra etme ihtiyacı. Bu yasadışılık ister hapishaneye ister ‘gulag’a başvurularak kullanılsın her halükârda sorunun ortada olduğuna inanıyorum: Yasadışılığı sevmeyen bir iktidar olabilir mi?”

Foucault, genel hatlarıyla bahsetmeye çalıştığım gibi, “Hapishaneye ‘Alternatifler’”de, “yeni” olarak sunulan ceza biçimlerinin kurumu yok etmediğini tam tersine yaşamın içinde yaygınlaştırdığını göstermeye çalışıyor. Bana kalırsa kitapta, bahsettiğimiz diğer metinlerle birlikte, disiplin toplumundan güvenlik toplumuna geçişte ceza rejiminin kapsamının; tüm bedenlere sirayet eden, bireyi kendi kendinin denetimcisi haline getiren pratiklerin tarihsel seyrini görebiliyoruz. Bu nedenle, bugün “dijital kapitalizm”le kendimizi gözetlemeye gönüllü kılındığımız bir çağda yaşarken, Foucault’nun bu metninin hâlâ çok şey söylediğini düşünmek hata olmaz.

NOTLAR:

(1) Çev. Murat Erşen, Ayrıntı Yayınları, 2023.

Tüm yazılarını göster