Duvarın ‘öte’ yanı

Sinema filmleriyle de tanıdığımız Soner Sert'in ilk öykü kitabı Duvar, geçtiğimiz günlerde İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Sert’in öykülerinin odak noktası duvarın öte tarafına düşenler, devletin halklar arasına çektiği sınırın 'başka' olan yerinde varlık çabası verenler, sınıfsal olarak en alt tabakada yer alıp, duvarın genellikle badanasız, rutubetli, aşınmış kısmında hayatını sürdürenler. Ancak başlarına bir şey geldiğinde gündem olan iki gün konuşulup unutulanlar, hakikatin görünen yüzüne inanılıp, hikâyesinin gerçekliği yukarıdan belirlenenler, esas karakterlerin gölgesinde filmlerin yan karakteri olarak kendilerine yer biçilenler.

Abone ol

DUVAR - Duvar denilince aklımıza genellikle iki taraf gelir, bir görünen taraf bir de arkası. Görünen kısma önem verir insan türü, mesela bir evin dışı içinden daha hoş görünsün diye uğraşılır, kaplamalar, badanalar, afili süslemelerle bezenir. Veya bir devlet herhangi bir yere duvar inşa ettiğinde bir sınır inşa etmiş olur ve kendi tarafına tüm sevapları, duvarın diğer tarafına tüm günahları kaydedebilir. Duvarın öte tarafı, sınırlarının dışında kalan yer, onun için çoğu zaman 'başka' olan 'yabancı' kalan, gerektiğinde düşman görülmesinde sakınca olmayandır. Edebiyatın ve diğer sanat alanlarının da sık kullandığı bir imgedir duvar. Gündelik hayatta da sık sık karşımıza çıkar. Bazen kurumsaldır, bazen sıradan... Bazen içinde güvenli hissedersin, bazen boğulacak kadar sıkışmış...

RUTUBETLİ TARAFI GÖRMEK

Soner Sert’in İthaki Yayınları tarafından yayımlanan, “Duvar” adlı kitabı da bu imgenin etrafında dönen öykülerden oluşuyor. Sert’in öykülerinin odak noktası duvarın öte tarafına düşenler, devletin halklar arasına çektiği sınırın 'başka' olan yerinde varlık çabası verenler, sınıfsal olarak en alt tabakada yer alıp, duvarın genellikle badanasız, rutubetli, aşınmış kısmında hayatını sürdürenler. Ancak başlarına bir şey geldiğinde gündem olan iki gün konuşulup unutulanlar, hakikatin görünen yüzüne inanılıp, hikâyesinin gerçekliği yukarıdan belirlenenler, esas karakterlerin gölgesinde filmlerin yan karakteri olarak kendilerine yer biçilenler. Kısacası, Soner Sert öyküleriyle bizi kıyıya, sapaya götürüyor, öyküsü görünmez kılınmışları anlatısına taşıyarak, hayatın uzakmış gibi görünen ama tam da içerisinde olduğumuz anlarını hikâye ediyor.

Fotoğraf: Deniz Ezgi Sürek, Artfulliving

GEÇMİŞTEN BİR ÂNI ŞİMDİDE KURMAK

Zamanın bir ânını alıp şimdide ona hayat vermek, hele ki bu an geçmişin felaket olarak tanımlanabilecek yerindense, yüzleşmek ve belleği diri tutmak açısından önemli. Sert’in “Kılıç Artığı” adlı öyküsünü de bu bağlamda düşünmek gerek. Yazar bu öyküsünde bir çocuk karakter üzerinden Ermeni halkına yapılan zulmü taşıyor anlatısına. Zamanı ve mekânı belirsizleştirerek anlatıyor yaşananı, böylece geçmişi bir tarih ânı olmaktan çıkarıp sonsuzlaştırıyor. Çünkü yüzleşmenin olmadığı bir coğrafyada bazı acıların zamanı sonsuzca var olup gidiyor. Acı yersiz yurtsuz bir anlamda varlık buluyor. Zira geçmiş sadece kronolojinin veya istatistiğin konusu değil ve ancak bugünümüzde karşılığını bulduğunda değerli hâle gelebiliyor. Sert’in bu öyküsünün böyle bir mesajı olduğunu düşünüyorum çünkü şimdiyi kurtarmak önceden haksızca katledilmiş, yerinden yurdundan edilmiş olanın hakkını, şu ânımızda teslim edebildiğimizce anlamını buluyor. Coğrafyamız açısından bunu şöyle de söyleyebiliriz: 'Tüm sular çatlağını bulunca' ancak o zaman işte yüzleşme ve hak teslimi gerçekleşmiş olacak.

KRALLARIN DEĞİL, KIYIDA KALANIN HİKÂYESİ

“Duvar” başta da bahsettiğimiz gibi hikâyesi duvarın öte tarafında kalanlara odaklanıyor. Mevsimlik işçiler, bütün gün kahvede dayı başı bekleyenler, sıvacılar, 'kaçağa' gitmek zorunda kalanlar, tarlada yevmiye doğrultanlar, güvencesi günlük ekmeğine karşılık gelenler. Ve tüm bunların kargaşasında hayatta var kalmak için çabalayanlar, bocalayıp başka yola dönenler. Sert, aslında yaşamın 'küçük' hikâyelerinden bahsediyor. Bunu küçük yapanın ne olduğu sorusunu, okurun hep aklında tutmasını sağlıyor. Patronların, bürokratların, siyasilerin gündemin başköşesini işgal ettiği bir coğrafyada ancak bir iş cinayeti olduğunda hatırladıklarımızı, mevsimlik işçileri taşıyan bir araç kaza yaptığında birkaç satırlık haberini yaptıklarımızı öykülüyor. Bu anlamda metin, işlevsel bir boyutta kazanıyor çünkü asıl konuşmamız gerekenlerin neler olduğunu çoğu zaman unuttuğumuzu, eşitsiz bir dünyada yaşarken gözden kaçırdıklarımızı anımsatıyor.

Sert’in bu bağlamda değerlendirebileceğimiz öyküleri bana Brecht’in “Okumuş Bir İşçi Soruyor” adlı şiirinin şu dizelerini hatırlattı:

“Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?

Kitaplar yalnız kralların adını yazar.

Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?

Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,

kim yapmış Babil’i her seferinde?

Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar,

altınlar içinde yüzen Lima’nın?

Ne oldular dersin duvarcılar

Çin Seddi bitince?”

Çünkü Soner Sert’in sorularıyla Brecht’in soruları örtüşüyor. Kralların başı tuttuğu yerde kıyıda kalanı hikâye etmenin değeri ortaya çıkıyor. Okurun kafasında bu konuda bir soru bile olsa düşürmenin sorumluluğunu taşıyor yazar ve bizi dert ettiğine ortak etmiş oluyor böylece.

Duvar, Soner Sert, 152 syf.,  İthaki Yayınları, 2018.

DÜŞMAN KİM?

Soner Sert’in kitapta konu itibariyle de farklılaşan 'Düşman' adlı öyküsünden de bahsetmek gerek. Her gün sıklıkla düşmanlarımızdan bahsedildiğini duyuyoruz. Etrafımız düşmanla çevrili, dış mihraklar, iç mihraklar söylemini duymaktan kulaklarımız aşındı. Ama kim bu düşmanlar? Bu soruyu sormadığımızda şöyle bir şey oluşuyor; kendimiz dışında kalan herkesi düşman görmeye başlıyoruz. Bu bazen bir Suriyeli oluyor bazen bir Kürt işçi. Çünkü kendisi dışında kalanı düşman belletmenin politik bir karşılığı var. Devletler ve gücü elinde bulunduranlar seni devamlı 'düşmanlardan' korunması gereken olarak icat ediyor. Ve sen bu söyleme kapılıp gittiğinde hep seni koruyacak bir güce ihtiyaç duyuyorsun, ordulara, devletlere, politikacılara… İşte Sert, 'Düşman' adlı öyküsünde ironik bir dil ile bu görünmeyen düşmanları konu ediyor.

Bir kışlada her gece düşman geldiğine inanan dağa taşa ateş eden ve 'yurdumuzu düşmanlardan koruduğuna' inanan askerlerin trajikomik hikâyesini anlatıyor. Öykünün başkarakteri İstanbullu Taner başlangıçta askerlikten yırtmak için deyim yerindeyse kırk takla atıyor ancak çare bulamayınca askere gitmek zorunda kalıyor. Bir dağda ıssız bir karakolda ustalık dönemini tamamlarken başlangıçta delirecek hâle geliyor çünkü her gece belli saatte nöbetçiler düşman diye bağırıp, sağa sola ateş açarken kendisi ortada hiç düşman görmüyor. Herkesin delirdiğini düşünürken, üstünün kendisine düşmanların her yerde olmasıyla ilgili çektiği nutuk, Taner’i silahını bırakamayacak kadar düşman avcısı haline getiriyor. Biraz ayrıntıya girmek gerekti bu öykünün anlatmaya çalıştığını görebilmek için çünkü bu öykü sıradan bir insanın 'düşman' söylemiyle nasıl militarist bir ruha büründürüldüğünün hikâyesi. Tam da sorunun asıl kaynağına, insanın kendisi dışında kalanı düşman olarak görmesinin nasıl önünün açıldığına veya her yerimiz düşmanlarla çevrili algısı yaratılarak, bireyin kendi benliğinin nasıl zedelendiğine işaret ediyor. Eğitimle, orduyla sistemin diğer kurumlarıyla bireyin nasıl kendi olmasına izin verilmediğine dikkat çekiyor. Bu açıdan biraz hikâyeyi deşifre etmiş olsak da bu öykünün kitabın önemli bir parçası olduğunu düşünüyorum.

Soner Sert’in “Duvar”ı gözümüzü hayatın kıyısına çevirirken, yazar hikâyesini anlattığının insan olduğunun farkında. Kirlenmiş bir dünyada yaşarken, kimsenin pırıl kalmayacağını hatırlatıyor yazarın karakterleri. Bu nedenle okurken ruh haliniz devamlı değişiyor. Az önce hikâyesini okuyup acıdığınız karakter, birdenbire bencil bir kişiliğe bürünebiliyor, sadece kendi varlığını önemsediği için cinayet işleyebiliyor veya kendisiyle aynı durumda olan, hayatın tekmesini yemiş olana gözünü kırpmadan, bir tekme de o atabiliyor. Böylece şu sonuca varıyoruz: Öyküsü anlatılan insandır, ne kesin iyidir ne kesin kötü, kusurludur, dünyadadır, pislenmiştir.