'Duygu' mecburi istikamet!

Çağan Irmak, son filmi "Sevda Mecburi İstikamet" ile en iyi yaptığı şeye devam ediyor. Irmak belki bu sefer bizi "Babam ve Oğlum" veya "Issız Adam" filmlerindeki kadar ‘sarsmıyor’ ama belli bir seyir keyfi vermeyi ve zaman zaman duygulandırmayı başarıyor… Bir kez daha!

Kerem Bumin kbumin@hotmail.com

Yönetmen Çağan Irmak’ın filmlerini sevsek de sevmesek de bir konuda hakkını teslim etmemiz gerekir: Yönetmen, duyguları harekete geçirmeyi beceriyor! Duygusal film ile duygulu film gibi benzer görünen ama çok ayrı yönlere kayabilecek film türlerini arasında salınmak beraberinde bazı riskler de getiriyor.

Kuşkusuz her filminde kendini gösteren ve bazen tekrar hissiyatı yaratan duygusal 'reçeteler' var. Senaryolarının kritik noktalarında çok göze batmayan ama yine de fark ettiğimiz bir 'daha fazla ağlatma' gayreti bulunabilir ve genelde hikâyelerinin bir insan veya aile dramından çok öteye gittiğini söylememiz biraz zor. Ama bizce başardığı şeyler de azımsanmayacak kadar değerli… Öncelikle Irmak, dram türünü seviyor ama bunu özellikle sinemamızdaki benzer örneklerinin çok üstüne çıkan farklılıklar katarak yapıyor: Hikâyelerinin bir kısmında politik veya tarihsel bir alt metin var. İnceden de olsa bir taşra/büyük şehir ayrımını ve bu ayrımın yarattığı rahatsızlıkları ara sıra dile getiriyor. Filmlerinde duygusallıktan duygu sömürüsüne uzanan hassas sınır nadiren ihlal ediliyor. Ve bizce bunu tutarlı bir senaryo, başarılı oyunculuklar ve replik kokmayan inandırıcı diyaloglar eşliğinde yapıp seyircilere duygusal açıdan dokunmak kolay bir iş değil!

"Sevda Mecburi İstikamet", yönetmenin fetiş temalarını tekrar işlediği ve bizi zaman zaman duygulandıran bir yapım olsa da bizce Irmak’ın en iyi filmlerinden biri değil! Film, kuşkusuz belli bir seviyenin üzerinde ve genel anlamda aradığımızı buluyoruz ama birçok açıdan yönetmenin diğer işlerine göre biraz 'uslu', temaların sonuna kadar gidilmekten imtina edilmiş ve dolayısıyla hikâye yapısı bakımından da yüzeysel bir seviyede kalan bir yapım izlenimi veriyor.

Konuya değinecek olursak: Selim Erensoylu, zamanında Yeşilçam’ın en aranılan 'jeune'lerinden biri olmuş ama 70’li yaşlarına gelmiş, kariyeri sönüşte ve artık sadece zaman zaman televizyon dizlerinde yan roller bulabilen bir aktördür. Maddi açıdan sıkıntıda olmamasına rağmen kendini biraz boşlukta hisseden oyuncu, uzun zaman önce koptuğu eşi Sevda’nın ağır hasta olduğu haberiyle hemen onun yanına gider. Adeta ölüm döşeğindeki eşi ona otistik kızları Suna’yı emanet ederek hayata veda eder. Kızıyla ve hizmetçileri Fatoş ile bir anda baş başa kalan Selim, hem geçmiş hayatını hem de ailesiyle olan bağlarını sorgulamaya başlar.

GEÇMİŞ TAMAM, YA ŞİMDİKİ ZAMAN?

Çağan Irmak’ın bu son filmini biraz 'uslu' bulmamızın nedeni sadece duygusal şok katsayılarının göreceli olarak düşük veya diyalogların ağırlığının eskilerini aratmasında yatmıyor. Yönetmen, bizce kurduğu dünyayı da biraz küçültmüş, sınırlandırmış durumda… Irmak’ın bize sunduğu klasik ve açıkça biraz da yaratıcılıktan yoksun duran ama yine de ilgiyi ayakta tutmayı başaran 'flashback' sekansları hem filmde hoş bir nostalji havası estiriyor hem de Selim karakterinin şaşaalı ama özel hayatında sorunlu geçmişi hakkında güzel ipuçları veriyor. Aynı şekilde bu sekanslarda ilk başlarda pek yerine oturtamadığımız bazı olayların da hikaye ilerledikçe sağlam yerlere bağlanması da sevindirici bir durum…

Minimum düzeyde de olsa belli bir gizem taşıyan bu 'flashback' sahnelerinin en güçlü yanı ise teknik başarısı oluyor: Yönetmen, o dönem kullanılan kameraların dokusuyla ve renkleriyle, yine o dönem sette ve set dışı giyilen kostümlerle ve çok özenli olunduğu belli bir sanat yönetmenliğiyle seyirciyi o geçmiş hikâyenin içine çekmeyi beceriyor. Ancak ne zaman ki hikâye günümüze dönüyor, aynı etkiyi hissetmiyoruz. Çoğu zaman Irmak’ın filmlerinde senaryonun 'kalbi' olan hatta bazen başlı başına bir 'kişilik' taşıyan özel mekanları arıyoruz.

SUNA İLE KURULAN İLETİŞİM

Senaryonun üstünde durduğu asıl şey tabii ki Selim’in otistik kızı Suna ile kurmaya çalıştığı iletişim oluyor. Hem yabancı filmlerde hem de sinemamızda Suna gibi zihinsel açıdan özel karakterler durumlarından dolayı dış dünyaya karşı bir kapalılık, normal görünebilecek şeylere karşı bir endişe ve gündelik hayatlarındaki düzeni bozacak durumlara karşı ciddi bir kriz çıkarma potansiyeli taşırlar. Ancak bu, çoğu zaman içlerinde diğer insanlardan daha dürüst, samimi ve duyarlı bir yan taşımalarını engellemez. Bu filmde de el kamerasından asla kopamayan, belli bir süre annesinin öldüğünü kabullenemeyen ve ufak anlaşmazlıklarda büyük bir kriz yaşayan Suna için de benzer bir yol izleniyor. Her ne kadar bu karakter belli ölçülerde inandırıcı olsa da bizce hem 'takıntılı' olduğu şeyler hem de babasının bu engelleri aşmak için kullandığı yollar biraz muğlak kalıyor. Sanki Selim, Suna’ya karşı anlayışlı ve şefkatli davranmasına rağmen olaylara onun açısından bak(a)mıyor, onunla kendi (Suna’nın) dünyasında iletişime geçmekte zorlanıyor. Suna ile arasında gerçekleşen yakınlaşmalar belli fedakarlıklar sonucu değil rastlantı sonucu oluyor. Bizce annenin ölümüyle iyice dağılan bu iki kopuk karakter arasındaki bağ, amiyane tabirle bir 'kızının suyuna gitme' eyleminden daha fazlasını hak ediyordu.

Ancak bütün bu eksiklere rağmen hikâye bir şekilde akıyor, bazı sahneler bizi gerçekten duygulandırıyor. Değindiğimiz gibi Selim karakterinin geçmişi ve ailesinden kopuk olmasının nedenleri hakkında aklımızda hiçbir soru işareti kalmıyor, filmde bir samimiyet ve sıcaklık duygusu eksik olmuyor.

Oynadığı her rolün hakkını veren usta oyuncu Selçuk Yöntem, Selim rolünde (kendi çabasıyla) belli ölçülerde derinlikli bir karakter çizmeyi başarıyor. Aynı şekilde onun gençliğini oynayan Kubilay Aka da inandırıcı ve nüanslı bir oyunculuk sergilemeyi başarıyor. Yan rollerde deneyimli isimler Günay Karacaoğlu ve Nergis Öztürk de göz dolduruyor ama filmin oyunculuk açısından asıl sürprizi Suna’ya hayat veren genç oyuncu Selin Şekerci’den geliyor. Kendisi sinemaya yabancı olmasa da yine de rahat gözüken ama çok kolay karikatüre dönüşebilecek bir rolün altından başarıyla kalkması bizce gerçekten altı çizilmesi gereken bir durum. Suna karakterine 'inanmamız' onun özverili oyunculuğu sayesinde oluyor.

Sonuçta Çağan Irmak, son filmi "Sevda Mecburi İstikamet" ile en iyi yaptığı şeye devam ediyor. Biz şahsen yönetmenin (diğer filmleri kadar dikkat çelmemiş olsa da) "Prensesin Uykusu" filmindeki gibi duygusal yoğunlukla masalsı, fantastik bir dünyayı birleştirdiği, türler arası yapımını daha ilginç bulmuştuk. Dediğimiz gibi Irmak belki bu sefer bizi "Babam ve Oğlum" veya "Issız Adam" filmlerindeki kadar 'sarsmıyor' ama belli bir seyir keyfi vermeyi ve zaman zaman duygulandırmayı başarıyor… Bir kez daha!

Tüm yazılarını göster