Yaş ortalaması 20 olan bir topluluk için üzerine bıkıp usanmadan konuşulabilecek bir konu sanmıştım aşkı. Yanılmışım. İlk anın şaşkınlığını üzerlerinden attıktan sonra tamamen suskunlaşan gençlerin yüzüme kilitlenmiş coşkusuz bakışlarını hiç unutmadım. Kendi hayretimi de...
Kendimi bildim bileli şikayet etmeyeni neredeyse görmediğim, döneme göre adı değişen bir durumdan, şeyden, olgudan bahsedeyim bugün diyorum. İletişimsizlik, sevgisizlik, duyarsızlık, düşmanlık vs. Artık adına siz ne derseniz. Bunların sebebini bilmem... Adı çeşitli bu durumun kendisi bir şeyin belirtisi midir, yoksa aslında o birçok sorunumuzun nedeni midir? Doğrusu açıklama aradıkça bir batağa saplandığımı hissederim. Bazen olgunun sadece tarifi gerekir, tarif ettiğinizde soruların açığa düştüğünü görürsünüz. Belki bu da o hallerden birisidir, çok açıklama kaldırmaz, ne dersiniz? Bu yazının bir ruh hali var, öyle bir hal ki neden-sonuç bağıntıları arayan akla tahammülü yok. Kendimi o hale terk edip sadece bir biçimde birbirleriyle bağları olduğunu hissettiğim anı-olaylardan bir kolaj yapacağım. Takdir, yorum, açıklama siz okurlara ait olsun.
Yıllar önce, öğrenciler için sınıfların iyiden iyiye katlanılmaz hale geldiği bahar aylarından birinde geçiyor ilk olay. Dışarıda hava öyle güzel ki öğrencilerin ilgisini derse çekmek neredeyse imkansız. Cebeci Kampüsü'nün çimlerine uzanıp hayallere dalmak, sevdaları özlemek veya arkadaşlarla geyik yapmak dururken sınıfta sosyal bilimlerin metodolojik meselelerini anlamaya çalışmak gerçekten sıkıcı. Ama oradalar, dersi dinlemeye kendilerini zorluyorlar. Baktım olmuyor, baharın sevdaya çağıran sesini sınıfa taşıyayım dedim. Dersi bıraktım, “hadi,” dedim, “aşktan konuşalım”. Yaş ortalaması 20 olan bir topluluk için üzerine bıkıp usanmadan konuşulabilecek bir konu sanmıştım aşkı. Yanılmışım. İlk anın şaşkınlığını üzerlerinden attıktan sonra tamamen suskunlaşan gençlerin yüzüme kilitlenmiş coşkusuz bakışlarını hiç unutmadım. Kendi hayretimi de... Bu olayı her düşündüğümde hayretim biraz daha derinleşir. Neden sorusunu sormaktan kendimi alamam, ama durumu anlayamam da... Yaşı ne kadar genç olursa olsun bir öğretim üyesinin kendiliğinden yerleştiği otorite konumundan geldiği için midir böylesi bir talep ki direngenleşir topluluk? Bilmiyorum. Bildiğim, öneriyi yaptığımda aşk üzerine topluca düşünmeye, duygulardan bahsetmeye bir direncin oluştuğu. O an bir teşhis koyma ihtiyacıyla aşkı konuşamamanın duyguların kuşatılmış, körelmeye terk edilmiş, bastırılmış olduğunun bir belirtisi olduğunu düşündüm. Aşka direnen hayatı nasıl kucaklayabilirdi ki?
Akademisyenlerin çoğu yaşlarını göstermezler. Gençlerle geçirilen yıllar onların yaşlanmasına izin vermez. Gençlerden öğrenirler; gençlerin hayat enerjisi bulaşıcıdır. Gençlerle her karşılaşma umudu canlı tutar. İşte tam da bundan dolayı, az önce anlattığıma benzer yüzleşmeler, beklemediğiniz bir nihilizmi gün yüzüne çıkararak sarsar sizi. Bunlardan bir başkası yine aynı yıllarda başıma geldi. Basiretim bağlandı, sosyal bilimler metodolojisi öğrettiğim o dersin ara sınavı için pek de alışılmamış tarzda bir soru hazırladım. Sorunun derste düşüncelerini tartıştığımız dört düşünürün kahramanlarını oluşturduğu bir öyküsü vardı. Düşünürler, kendi çağlarının önemli bir meselesi hakkında tartışmak üzere bir araya geliyorlardı. Öğrencilerden beklenen, düşünürlerin olası tartışmalarını bir diyalog formunda tasarlamalarıydı. Sınav kağıtlarını büyük bir heyecanla değerlendirdiğimi hatırlıyorum, ama sonuca hazırlıklı değildim. Yanıtların önemlice bir bölümü, vurdulu kırdılı bir filmin içinde olduğum sanısını uyandırıyordu. Bu zavallı düşünürler, bir türlü konuşamıyorlardı; sadece kavga ediyorlardı! Gözler morarıyor, kollar kırılıyor, yumruklar havada uçuşuyordu. Kaçında hatırlamıyorum, ama çok sayıda kağıtta, mizansen buydu. Küçük dilimi yutmuştum. Sosyal bilimler metodolojisi hakkında masum bir sorunun kanlı sahnelerin kurgulandığı yanıtları davet edebileceğini hiç düşünememiştim. Kağıtlardaki düşmanlıktan, nefretten, şiddetten korktum. Konuşamamak, konuşamamak, konuşamamak... Kahrediciydi. Sadece aşkı, duygularımızı değil; düşüncelerimizi de konuşamıyorduk. Dün konuşabilenler de artık konuşamaz oldular. Duyguyu suskunlukla, düşünceyi dilin şiddetiyle kuşatıp boğduk.
Yıllar sonra, 10 Ekim Katliamı'nı izleyen o karanlık günlerde bu kez öğrencilerimden kendi ütopyalarını yazmalarını istedim. Ütopya, tartışmalı bir türdür. Çoğu ütopyanın ideal olarak sunduğu toplum düzeni gerçekleşse kendimizi en beter karabasanların içinde bulabiliriz. Ancak yine de karabasanın dünyanın gerçeğine dönüştüğü günlerde, ütopyalara ihtiyacımız olduğunu düşünürüm. Direnmek, umudu yeşertmek, uğruna mücadele edilecek ideallerimiz olduğu sürece mümkündür, öyle değil mi? Gençlerin kendi idealleri üzerine düşünerek kaleme aldıkları her denemeyi göz yaşları içinde okudum. Her birinin deneyimi biricikti. Savaşın ta içinden gelenler vardı aralarında. Yine de her birinin yazdıklarında barışa inançlarını, umutlarını gördüğümde, duygularımızı da, düşüncelerimizi de boğmasına izin verdiğimiz suskunluktan veya kaotik bağırtılardan kurtulabileceğimize de yeniden inandım. İnanmak işin yarısı, nasılsa gerisi gelir!