Bizim alanlarda çalışanların başına sık geldiğini tahmin ediyorum; karşılaştığınız ve pek ya da hiç tanımadığınız, ayak üstü sohbet ettiğiniz biri, ne iş yaptığınızı öğrenince genellikle Türkiye’de olup bitenlerden açıyor konuyu. “Ne olacak memleketin hali?” nevi bir girişle. Sizin o esnada ne düşündüğünüz, sohbet edip etmek istemediğiniz gibi, daha ziyade ‘özel’ alana ilişkin konular o kişiyi ilgilendirmiyor. Çünkü zihninde, konuşmanın ‘iradi’ olduğuna ilişkin bir mefhum yok.
Her neyse, ‘başlangıç’ işin ilk adımı ve en önemsiz yönü. Ardından, sohbet açanın derdini anlama aşaması başlıyor. Hakikaten bir şey öğrenmek ya da kendi düşüncesini paylaşmak için mi, yoksa kanaatlerini ‘tebliğ’ etme amacıyla mı soruyor? Bu aşama, konuşmanın devamı açısından son derece kritik! Bugüne kadarki kişisel deneyimim, hemen hiç tanımadığınız insanların ‘sohbet’ girişiminin, büyük ölçüde ‘tebliğ’ amaçlı oluşu.
Tebliğci ile zoraki sohbetin birkaç biçimi var:
Eğer hoşuna gidecek yorum yaparsanız mutlu oluyor, sizi takdir ediyor ve konu hakkındaki bilginize güveniyor. Yok eğer hoşuna gitmeyen ifadeleriniz olursa katılmıyor, sinirleniyor ve yanıtı bilmediğinize kanaat getirip size ‘doğrusunu’ anlatmaya girişiyor. Yani, ‘yardım etme/el uzatma’ ve ‘sizi bulunduğunuz bataktan çıkarma’ aşaması. Ona göre, aslında kötü biri olmayabilirsiniz ama ne yazık ki yanlış şeyler öğrenmişsiniz.
Bu ‘tespit’ herhangi bir alandaki ‘doğru’ bilginin sahipliği iddiasına dayanıyor kuşkusuz. Ya dininizi bilmiyorsunuz (malum, dindarlık bir önkoşul), ya önyargılısınız (ama siz önyargılısınız, o değil), ya ideolojik saplantılarınız var (onun bir ideolojisi olmadığını düşünüyor) ya da bazı milli ve manevi duygulardan (tek millet, tek maneviyat) yoksunsunuz. Bu insan tipi, örneğin radikal görüşleri olan bir İslamcı olabileceği gibi, yaşamını tebliğciliğe vakfetmişçesine geçiren bir Perinçekçi de olabiliyor.
Üçüncüsü, dile getirdiklerinizin bir kısmına katılıp diğerlerine katılmaması hali! Zor bir durum tebliğci açısından ve yaklaşımı, genellikle: “Aslında bir şeyler biliyor ama ne yazık ki bazı eksikleri var, biraz da kandırılmış gibi!” Hüzünlü ve müşfik bir tavırla bakıyor yüzünüze. Onun için, ‘kaybedilmemesi’ gereken birisiniz, eğitilmeniz gerekiyor.
Tebliğcilerin en ‘acayip’ türüyse, sorduğu soru hakkında az ya da çok bir fikri dahi olmayanlar. Siz bir şeyler söylemeye başlar başlamaz, daha ikinci cümlede sözünüzü kesip, yok o öyle değil, yanlışın var, diyorlar. Doğrusu ne peki? Bir kez daha, yok o öyle değil, yanıtını alıyorsunuz. Onun öyle olmadığından emin ama, ne olması gerektiğini bilmiyor!
Yukarıdaki karakterleri çeşitlendirmek mümkün kuşkusuz. Önemli olan, söz konusu vahim durumun ortalamayı temsil ediyor oluşu. Genel geçer, yaygın tavır bu. Öyle bir tavır ki, herhangi bir konunun sağlıklı bir biçimde konuşulmasını dahi imkânsızlaştırıyor. Çünkü kişisel tanıklık denilen, eninde sonunda bir bütünü oluşturan, genel kabul görmüş ve yadırganmayan davranışların bizim küçük dünyalarımızdaki karşılığı. Hepimiz az çok aynı davranışları sergiliyor, hem fail hem mağdur oluyoruz. Dinlemeyerek ve anlamaya çalışmayarak sergilediğimiz davranış, bize yönelip ‘toplumsal’ bir niteliğe büründüğünde yaşamımızı katlanılmaz hale getiriyor.
Oysa klasik demokratik sistemlerin ‘ortak’ yanlarından biri, iyi kötü ‘uzlaşmacı’ kültürün yerleşmiş olması. Farklı siyasal ideoloji mensuplarının, hem oyunun kuralları hem de o kuralların değiştirilme yöntemleri üzerinde anlaşabilmiş olmaları. Milyonlarca ‘farklı düşünce’ sahibi, bu sayede birbirini boğazlamadan yaşayabiliyor ‘Batı’ adını verdiğimiz uygarlıkta. Bunun nedenleri elbette o uygarlığın kendine özgü tarihinde, o tarihin ürünü olan insanda. Hatta belki yaygın kabul görmüş dinin, mezheplerin niteliklerinde, ‘itiraf etme’ ve ‘günah çıkarma’ pratiklerinde. Er ya da geç ‘olanı’ kabullenmenin, o kabullenmenin ‘gereklerini’ yerine getirmenin, bazen son derece riyakârca da olsa ‘özeleştiri’ yapabiliyor, yapmak bir yana, özeleştirinin bir değer olduğunu düşünmenin tarihi. Tabii bu hale gelebilmek için öncelikle sorgulayıcı, merak eden bir yurttaş tipinin doğuşu. Eğitimin bu yönde örgütlenişi.
Türkiye milli eğitimi 1920’lerden bugüne, Sünni-Türk’lük üzerine inşa edilen ulus devlet ideolojisinin önce yeşertilip ardından olgunlaştırılması üzerine kuruldu. ‘Milli eğitimin’ her dönemi aynı değil kuşkusuz. Çok daha nitelikli (Batılı kavramlara aşina) insan, kuşak yetiştirmeyi hedefleyen yıllar olduğu gibi; bu hedefin terk edildiği dönemler de var. Örneğin 1930’ların müfredatındaki bazı çok ‘gerekli’ konular (Zafer Toprak, çalışmalarında bunu gayet güzel anlatıyor), benim ortaokul-lise okuduğum 1980’lerin programında yoktu. Buna mukabil, farklı dönemlerin bir ortak özelliğinin, ‘soru soran’ bireyden olabildiğince sakınmak olduğu söylenebilir.
İktisadi sistem tercihinin, ailenin, Diyanet eliyle örgütlenen dinin, okulun, mahallenin vs. ürünü olan yurttaş ortalamasının ortak niteliklerinden biri, sorgulamamak. Sorgulamanın, soru sormanın, merak etmenin başlı başına bir ‘değer’ olduğunu bilmemek, bilmeyi istememek. Kafa karışıklığının verimli, insanı geliştiren yönünden mahrum kalmak. Konforunu bozacak her ne varsa reddetmek. Yine aynı yere varıyoruz: Eşit ve çoğunluğu haklarının bilincinde yurttaşlardan oluşan toplum idealine bazen isteyerek, çoğu zaman farkında olmadan ‘mesafe’ koymak. Bir ‘idealden’ bir ‘ilkeden’ mahrumiyet.
Örneğin, Türkiye’de hak, hukuk ve adaletten söz edenler, çok doğru bir şey yaptıkları zannıyla ‘bir gün size de gerekebilir’ diyorlar. Oysa ‘adalet’ bir ilkedir. İdealdir. Ancak, kendisine hiç bir zaman gerekmeyeceğini, amiyane tabirle ‘mahkemeye’ düşmeyeceğini bilenler tarafından savunulduğunda tam anlamıyla gerçekleşebilir.
Türkiye’de yalnızca şu son birkaç haftada yaşananlara bakıldığında dahi, demokrasinin olmazsa olmaz ölçütü ‘uzlaşma’ çabasından, bunun için gerekli olan ‘dinleme’ ve ‘anlamaya çalışma’ niyetlerinden nasıl uzak olduğumuzu kolaylıkla görüyoruz.
Kürtleri dinlemeden Kürt sorunu, Ermenileri dinlemeden Ermeni sorunu konuşuluyor. Konuşulmuyor tabii; gevezelik ediliyor ve yüz yıllık kavgaların alevlenmesine neden olan yanlış tarihsel kabuller, biraz daha güçleniyor. Kadınların olmadığı yerde kadın sorunu ‘konuşuyor’ sevimsiz herifler. Konuşanlar, konuşma eyleminin gerektirdiği birikimden ve konunun hakkıyla ele alınması için gereken cesaretten yoksunlar. Zaman öldürüp zevzeklik yapıyorlar TV ekranlarında.
Ne oldu bu kadar insana? Ermeni’ye? Gayrimüslime? İttihatçılar ne yaptı? Hangi suçları işledi? Ben o İttihatçıların yediği haltların avukatı mıyım? Neden olayım? Sonrasında bitti mi? İki gün önce sokaklarda Kürtler aleyhine yürüyüş yapanlar, sağa sola “Ermeni dölü” diyerek sövenler, kim? Daha bugün İYİP’li bir profesör, “Çatlı’yı” rahmetle anmış. Demokrasi bloku? 2019’da böyle işler yapanlar, yüz yıl önce neler yapmıştır? Bir kez olsun ‘sormaya’ değmez mi şu soruyu?
Ya da, Aslı Erdoğan’a yönelik linç girişimine bakalım bir an. Dün okuduğum bir habere göre, yazarın sağlığı kötülemiş ve bunda o sosyal medya lincinin de payı varmış. Peki, yalan yanlış haber üzerine hiç duraksamadan, hiçbir kafa karışıklığı yaşamadan ‘saldırıya geçen’ utanmazlar, herhangi bir pişmanlık hissetmiş midir? Bundan sonra daha edepli davranırlar mı sizce? Ne pişmanlığı ulan?!
Kafası karışmayan, hiç karışmamış insandan, çok korkmak gerekir. Ya alıktır, ya alçak, ya da yalancı. Hepsi birbirinden beter!