"Vay ben niye düz memurum da müdür değilim!" diye üzülen bir
‘düz’ gördüm. Anlatırken memeden kesilmiş bebe gibi mahzundu. "Düz
Bey" dedim ona.
'Vicdanlı' herkes, Düz Bey'in bürokrasiye yatkınlığını fark
edebilirdi. Ciddiydi bi kere. Bırak tek kare atletli pozu,
kahvaltılarıyla meşhur kargalar dahi onu ‘sakil’ bir kıyafetle
görmemişti!
Düz Bey, sanki takım elbiseyle doğmuş gibi yönetici tabiatlıydı.
Takım önemliydi. Düz, İtalyan, laci, siyah, ekose, sofra bezi...
Allah ne verdiyse yakıştırırdı. Hatta ciddi abilerimizin
kendilerine has yürüyüşlerini; üzerlerindeki takım elbiselere
içeriden temas etmiyormuşçasına, oklava yutmuş gibi yürümelerini
bile rahatlıkla yapabiliyordu.
Düz Bey, Ankara’yı suyolu etmiş, müdürlüğü hak ettiğini,
vekillerden bizzat duymuştu. Artık zamanıydı. Genel merkez çağırsa
ki devlette istişare önemliydi, sabah sekizde, şak orada olurdu.
Hem uçak büyük rahatlıktı. Neydi o eskideki otobüs çilesi!
Ankara'ya ilk gittiğinde bile şehrin ruhunu bu denli benimsemesi
tesadüf müydü? İşaretler önemliydi. Hanımı kaç kere rüyasında
görmüştü Ankara’ya yerleştiklerini. "Nasip, kısmet, hayırlısı"
diyordu hanım. Düz Bey, bu sözü; "Herkes kendini kurtarır, sen
ortada kalırsın!" diye anlamamak için çok cebelleşirdi içinden.
Lanet gelsin şeytana, Allah’tan kalbi çok temizdi hanımın.
Gelecekteki bütün başarılarının arkasında da hep o olacaktı.
Ankara’da tek başına zor olurdu, çok güzel arkada dururdu
hanım.
Yok, hak etmişti müdürlüğü. Seçim öncesi dağ bayır birlikte
gezmişlerdi sayın vekille. Kapı kapı. Bi tane bile taziye
ziyaretini boş geçmemişti. Zaten taziye evi gezmeyenin kariyer
planından ne çıkardı? Bazı şeyler önemliydi. Halkın içinde
olunmalıydı. Yıllarca halkımıza üstten bakanlardan bu millet az
çekmemişti ama yine de bu atlet neydi allasen!
Konu birinci ağızlara intikal ettiğinden, evde; "Hanım, bizim iş
tamam inşallah!" demişti. Hanım, başını öne, arkaya hafifçe
sallayıp onaylarken, iki gözünü normalden daha uzun kapatmış ve
sonra açmıştı. Zamanında söylemişti bunu ona. Boş rüya görmezdi
hanım, çok manalı göz kırpardı.
Rahmetli Sadık Abi vardı mesela dairede. Çok beklentisi yoktu.
Düz memurdu ama adamdı hakikaten. Ufku dardı rahmetlinin. Oğlanı
işe koyamadan gitmişti. "Yıkıldık vallahi!" demişti Sadık Abi için
Düz Bey. İstemsiz şekilde, "ben" demesi gereken yerlerde bile "biz"
diyordu. Boşuna "doğal lider" demiyorlardı Düz Bey’e. Zaten sevk ve
idareden başka sıkıntısı yoktu dairenin. Nasipse yakındı.
Düz Bey, üç gün taziyesinde oturmuştu arkadaşının. Rahmetli
Sadık’ın oğlu hâlâ atanmamıştı bildiği kadarıyla. İyi çocuktu ama
rahmetli babası gibi bahtsızdı belli ki. En fazla düz memur olurdu.
Fakat Allah var, oğlanın ruhu bile memurdu, pijamalarını dahi ütülü
giyerdi. Bu işler öyle atletle pijamayla olmazdı tabii!
Çocuğa bi el atmak lazımdı, fakat yapacak pek bir şey de yoktu.
Liderlik doğuştan gelirdi. Bazı şeyler çap meselesiydi. Mesela
kendisinin çevresi az mıydı? O bölgede kime sorsan tanırdı
babasını. Böyle yetenekleri olan birini düz memur olarak tutmak,
gayretullaha dokunurdu. Bunu demeye getiren bazı cümleleri
söylemişti vekillerimize bir keresinde. Liderlik biraz da
cesaretti!
Sonra bi telefon geldi Düz Bey’e. Yüzü sendika sarısıydı.
"Nerede oturuyorlar taziyeye?" dedi. Kapattı telefonu, hüzün tonunu
çabucak kondurdu sesine. Memeden kesilmiş çocuk için zor değildi
bu:
"Falan abinin teyzesi geçinmiş. Yarın defnedecekler, taziyeye
filan camide oturacaklarmış" dedi.
"Allah rahmet etsin!", dediler.
Safın biri, "bir görünmek lazım" dedi.
"Tabi, tabi…" diye onayladı herkes.
Bazı şeyler önemliydi!