Malum, memleketçe bazı hasretlerimiz var. Misal bunlardan birisi Eurovision Şarkı Yarışması’nı kazanmaktı. Çok şükür Sertab Erener, 2003 yılında kazandı ve artık şarkı bile göndermiyoruz. Elde etmek için her türlü numarayı yapıp, istediğini elde ettikten sonra çekip giden filmin kötü karakteri gibiydik. Çünkü içimizdeki fetih arzusu dindi. 2000 yılında Galatarasay ile Avrupa’da bir kupa kazanmak da aynı etkiyi yaratmış olacak ki, o gün bu gündür taş üstüne taş konulduğu yok.
Ama bunlar yeterli mi? Tabii ki hayır. Misal henüz bir Oscar’ımız yok. Geçtim Oscar’ı aday olmuşluğumuz bile yok. Oysa her yıl, Oscar alacak film için çalışmalara başladığını ilan eden, filmi ülkenin aday adayı seçildiğinde “ilk beş cepte, ödül plase” diyen, bunlar olmayınca da akademiyi lobicilikle, sinemadan anlamamakla suçlayan yapımcılarımız mevcut. E tabii bunlar değil miydi, biz paraları bastırıp Antonio Banderas’ı ikna etmişken “Atatürk” filminin çekilmesinin önüne taş koyan. Unuttuk mu o günleri. Asla… Ama artık ecdadın huzur içinde uyumasına sağlayacak, gözünün arkada kalmamasına neden olacak bir yapım var elimizin altında.
Şaka bir yana Emre Şahin’in cuma gününden itibaren Netflix’te gösterilmeye başlanan “Rise of Empires: Ottoman” isimli ‘kurmaca-belgesel’i sadece bu platformda üretilen işler içinde değil, ülke içinde de şimdiye kadar yapılmış uluslararası işlerden birisi olarak dikkat çekiyor. Hem görsel olarak hem prodüksiyon tasarımı açısından hem de kendi skalasındaki yapımlarla karşılaştırıldığında senaryo açısından oldukça iyi bir iş “Ottoman.” Bunda projenin doğrudan Netflix International ile yapılmış olmasının payı da var kuşkusuz. Çünkü belli ki hatırı sayılır bir bütçe söz konusu. İşin bir diğer sevindirici tarafı altı bölümlük bu dizinin büyük oranda Türkiyeli oyuncular ve teknik ekiple kotarılmış olması. Yani sorun insan malzemesinde değil de bakış ve altyapı sorunuymuş sanki.
“Ottoman” ecdadı mutlu eder mi bilinmez ama mevzu İstanbul’un fethi olduğunda bugüne kadar ezberleriyle yaşayan ve bunu insanlara dayatanları ne kadar mutlu eder onu bilemeyiz. “Biz böyle bir ecdat bilmiyoruz” diye bir çıkış olursa hiç şaşırmam. Çünkü öyle her yerde yazılıp çizildiği gibi bir Akşemsettin efsanesi yok misal burada. Ulubatlı Hasan’ı görmediğimiz gibi (gerçi tarihte de görülmediği rivayet edilir), babasına da “ben padişahsam gel tahta geç” demiyor Mehmet. Üstüne üstlük Bizans tarafı hiç ‘kahpe’ olmadığı gibi kentlerini kanlarının son damlasına kadar savunan gayet vatanperver insanlar olarak tasvir ediliyor. Ki kenti savunması için kiralanan Cenevizli Komutan Giovanni Giustiniani’nin kahramanlıklarını görünce insanın saf değiştiresi bile geliyor içinden. (Kimin olduğunu sonradan bulamadım beni affetsin) Twitter’da şu minvalde bir şey gördüm: “Rise of Empires: Ottoman’ı izlerken bir ara şehri alamayacağız zannettim” diyordu. Emre Şahin’in başardığı şeylerden birisi bu. Sonucu bilinen bir tarihi duruma dair merak ve endişe uyandırmayı başarmak.
Diziyi tanımlamak için ‘kurmaca- belgesel’ diyorum çünkü dizi tarihsel karakterler ve gerçekler üzerine kurulmuş, bugünün uzmanlarının görüşleriyle desteklenen ancak kimi bölümleri oyuncular tarafından canlandırılan bir film. Aklıma bu tanımdan daha iyisi gelmedi açıkçası. Peki, “Ottoman”ın kurmacası ve belgeseli nasıl işliyor?
Açıkçası dizi Fatih’i bir kahraman gibi taçlandırıp onurlandırmak yerine, çocukluğundan itibaren yaşadıklarını, anne ve baba sıkıntılarını, altına girdiği yükün sorumluluklarını, kendini hem orduya hem halka karşı ispat etme çabalarını incelikli bir biçimde anlatıyor. Babasından miras sadrazam Çandarlı Halil Paşa ile olan gerilimlerini de öyle… Bizans tarafında ise Giustiniani’nin yanı sıra İmparator Konstantin’e odaklanıyor. Ki yeri gelmişken bu karaktere dair bir şeyler söylemek lazım. Konstantin karakteri, dizinin ilk bölümlerinde kararsızlıklar yaşayan, kibirli ve hatta yer yer korkak olarak tarif ediliyor. Ancak son bölümlere doğru ve özellikle finalde bir anda bambaşka bir havaya bürünüyor. Bu dönüşümde ciddi bir sıkıntı var. Ama sorun sonlarda değil, bu karakterin biraz geleneksel algımızla kurulduğu ilk bölümlerde sanki.
Hazır ‘olmamışlar’ kısmına girmişken birkaç şey daha söylemekte yarar var. Dizinin Damla Sönmez tarafından canlandırılan Ana gibi kurmaca karakterleri de var. Yani o sırada Konstantinopolis’te yaşayan halkın yaşadıklarını göstermesi için yaratılan bir karakter. Dizi ilk üç bölüm tarihsel gerçeklere bağlı kalıp ilerlerken, sonra yaklaşık iki bölüm bu çizgiden uzaklaşıyor. İlkinde Ana üzerinden savaşın ağırlığının halkın üzerinde yarattığı etkiyi anlatmaya soyunuyor. Sorun bu bölümdeki anlatıda değil, fakat bunu yapmaya başladığında önceki bölümlerin dilinden farklılaşıyor sanki. Sondan bir önceki “Kadim Kehanetler” bölümünde de adından da anlaşılacağı gibi biraz ‘akıl dışına’ çıkıyor. Kuşkusuz o dönem savaşın her iki tarafının da güçlü dinsel, geleneksel inanışları vardı. Mevsimsel döngüleri, gök hareketlerini iyi ya da kötü yorumlama ve ona göre hareket etmekte bir sakınca yok. Tabii 1453’te yaşıyorsanız. Dizi, bu tür ‘kehanet tasvirlerine’ mesafesini koruyamıyor sanki yeterince. Yani karakterlere, fethin öncesi ve sonrasındaki tarihsel gelişmelere karşı soğukkanlı bakmayı başardığı kadar başarılı değil kanımca bu konuda.
Yine bu tarihsel ve sembolik olarak büyük olan böylesi bir hikayenin evrensel bir dille anlatılmış olması bile oldukça önemli. Tarihselliği Osmanlı’yı devletten imparatorluğa dönüştüren bir fetih olması. Sembolik yanı ise siyasi ve askeri gücü tükenmiş, bir kente sıkışıp kalmış olsa da bin yıldan uzun bir tarihe sahip olan Doğu Roma İmparatorluğu’nun fiilen ortadan kaldırılmış olması. Dizide doğrudan söylenmiyor belki ama hikayenin genel akışından, satır aralarından şunları anlayabiliyoruz: Önceki 23 kuşatmanın başarılı, Sultan Mehmet’in başarısız olma şansı yoktu. Ama ona bahşedildiği için değil, zamanı geldiği içindi. Mehmet’i Fatih yapan şey gerekli iradeyi, ordusunu bir arada tutacak cesareti ve karşı tarafa korku salacak gaddarlığı doğru zamanda göstermiş olması.