Ece Karaağaç: Kanla değil, gönülle birbirine bağlı insanları aile olarak görüyorum
Ece Karaağaç ile yeni romanı 'Kökler ve Kanatlar'ı konuştuk. Karaağaç, "Her ağacın her toprakta bitmeyişi gibi, biz de günün sonunda doğduğumuz toprakların izlerini en derinlerimizde taşıyoruz" dedi.
Abdullah Ezik
DUVAR - Ece Karaağaç’ın ikinci romanı 'Kökler ve Kanatlar', Holden Yayınevi tarafından yayımlandı. Beş yıl sonra yeni romanı ile okurla buluşan Ece Karaağaç, bu kez bakışını mülteci, sömürü ve göç krizine çeviriyor. Karaağaç 'Kökler ve Kanatlar'da, trajik bir biçimde karşılaşan ve birbirlerinin hayatlarını alabildiğine değiştiren iki karakterin hikâyesini okurla buluşturuyor: Ayfer ve Afra...
Ece Karaağaç ile 'Kökler ve Kanatlar'ı konuştuk.
2017’de yayımlanan ilk romanınız ‘Yarım Kalan Bazı Aşklar’dan beş yıl sonra yeni bir roman ile okurun karşısındasınız. Öncelikle bu beş yıllık süreçte sizin için neler oldu, kitabın yazılma süreci nasıl gelişti?
Bu romanın fikri aslında 2015 yılında düşmüştü aklıma, Ankara’daki gar patlamasının dehşetengiz görüntülerini izlerken. Yazmaya başlamam 2018’i buldu. Kurgusunda çok büyük değişimler olmasa da hikâyenin duygusu ve anlatım biçimleri zaman içinde çok değişti. Aradığım biçimi bulmamda en büyük katkıyı sevgili İsmail Güzelsoy’dan gördüm, taslağımı okudu ve ufkumu genişleten tavsiyelerde bulundu. Bu vesileyle kendisine bir kez daha teşekkür etmek isterim. Kitabın yazım aşaması iki buçuk yıl kadar sürdü. Yazmayı yeni bitirdiğim sıralarda da kendimizi bir pandeminin ortasında bulduk. Bu yüzden ‘Kökler ve Kanatlar’ın okurla buluşması tahmin ettiğimden uzun sürdü. O okurla buluştuğunda ben de romanda yazdıklarımı birinci elden deneyimliyordum, şimdilerde Almanya’da yaşıyorum.
Kitabın oldukça çarpıcı bir ismi var. Bir yandan yere alabildiğine tutunan kökler, diğer yandan uçma arzusunu, gökle birleşmeyi, bütünleşmeyi arzulayan kanatlar. Bu ikisi arasında da şüphesiz dile gelen/gelmeyen birçok önemli mesele/konu var, bunlardan söz edilebilir. Kitabın ismi nasıl ortaya çıktı?
Kitabın isminin anlattıklarını hakkıyla temsil etmesini çok istiyordum. Hikâyemin ana kahramanlarından bazıları köklerinden kopmuş, kopmak zorunda bırakılmış kişiler. Fakat içinde yaşadığımız düzen onları birer serçe gibi avucunda tutmak için elinden geleni ardına koymuyor. Biz insanlar ağaçlar gibi kökümüze, toprağımıza bağlı olarak doğuyoruz, her ağacın her toprakta bitmeyişi gibi, biz de günün sonunda doğduğumuz toprakların izlerini en derinlerimizde taşıyoruz. Fakat o kökten koptuğumuzda veya koparıldığımızda solup gitmemek için kanatlara ihtiyacımız var.
İlk romanınızda da, ‘Kökler ve Kanatlar’da da “aile” üzerine oldukça düşünülen en temel kavram ve meselelerden birisi. Karakterlerin aile ile kurdukları ilişki onların yaşamlarını da doğrudan etkileyen oldukça önemli bir mesele. Bir kurum olarak aileyi sizin romanlarınızda bu kadar önemli yapan nedir? Bu aile yapılanmasının kendisinden mi yoksa sizin aile üzerine düşüncelerinizden mi ileri geliyor?
Aile, bence hepimizin üzerine uzun uzadıya düşünmemiz gereken bir şey. Çünkü günün sonunda yetişkin hayatlarımızda kimler olduğumuz nasıl bir aileye doğduğumuz ve o aile içinde yaşadıklarımıza ne gibi tepkiler verdiğime göre belirleniyor. İtiraf etmem gerekirse kan bağına inanmıyorum. Toplumsal bağlamda kan bağını insanları birbirine mahkûm eden bir şey olarak görüyorum. Kanla değil, gönülle birbirine bağlı insanları aile olarak görüyorum ben, seçilmiş aileye inanıyorum. Bu yüzden annelik, babalık, kardeşlik, akrabalık gibi rollere ve bu rollerin kutsallığına da inanmıyorum. İçine doğduğunuz aile, aynı zamanda seçtiğiniz aileyse şanslısınız. Ama birtakım insanlarla aynı genetik kökeni paylaşmak kimseyi aile yapmıyor bence. Aile olmak için karşılıklı sevgi, emek ve özen gerekiyor. Bu ne yazık ki çoğumuzun sahip olamadığı bir şey.
Sevgi, salt kişiler arasındaki organik/kan bağı ile inşa edilebilen bir konu değildir. Sözgelimi sevginin yoğun hâli olarak tanımlayabileceğimiz aşk da birbirine yabancı insanların yakınlaşmaları ile oluşur. Önemli olan kişilerin birbirlerine verdikleri değerdir. Ayfer ile Afra arasında da buna benzer bir ilişkinin, sevgi ile yoğrulan bir durumun söz konusu olduğunu söylemek mümkün. Ayfer ile Afra arasındaki ilişki ve bu ilişkinin temelinde yatan mesele üzerine ne söylersiniz?
Ayfer, Afra’ya kesinlikle sevgi duyuyor ama bu daha çok çocuk fikrine duyduğu bir sevgi. Çünkü Ayfer kendini annelik üzerinden anlamlandırmış biri. O yaşına kadar çoğumuzdan daha konforlu bir hayatı olmuş, güzelliğinin keyfini sürmüş, belki dışarıdan baktığımızda özeneceğimiz bir hayata sahip biri. Ama aynı zamanda anlamı ıskalamış, kendini kendi özünden var etmeyi başaramamış biri. Bu yüzden anne olduğunda bir anlama da kavuştuğunu hissediyor. Çocuğuyla beraber o rolü kaydettikten sonrası ise sonsuz bir anlam kaybı… Bu yüzden de Ayfer, Afra’yı ona kaybettiği anlamı geri kazandıran biri, kaşınıp duran yarasının üzerine yapıştırılan bir yara bandı olarak görüyor esasında. Ama yaraların düzgün bir şekilde iyileşebilmesi için üzerlerinin örtülmesi değil, aksine hava almaları gerekir. Ayfer’in de yarasının üzerine kapattığı bu yara bandının çekilip alınması da uzun sürmüyor zaten. Benim için Afra bu romanda umudun tezahürü ve biz de Ayfer’in yerinde olsak o umuda sıkı sıkı sarılmak, sahip çıkmak isteriz.
‘Kökler ve Kanatlar’, ana hatlarıyla aslında mülteci krizi ile, göç ile, göçmenlerle ilgilenen bir roman. Bu anlamda oldukça güncel ve özel bir değer taşıdığını söylemek mümkün. Peki romanın yazılış sürecinde bu konuya dair nasıl bir çalışma yürüttünüz? Göç ve mülteci krizi hangi açılardan sizin dikkatinizi çekti?
‘Kökler ve Kanatlar’daki bütün karakterler hayal ürünü olsa da olayların temelinde yatan bir gerçeklik var. Yazarın gerçekliğe sadık kalma gibi bir yükümlülüğü yoktur elbette ama benim anlatmak istediğim hikâye gerçekliği korumayı gerektiriyordu. Bu yüzden elimden geldiğince detaylı ve derin araştırmalar yaptım. Araştırmalarım iki kanaldan ilerledi; Suriye İç Savaşı ve bunun bir sonucu olarak içinde bulunduğumuz mülteci krizi ve yas süreçleri. Suriye İç Savaşı her ne kadar burnumuzun dibinde gerçekleşse de kendi adıma ne kadar bilgisiz olduğumu araştırma sürecine girince anladım. Birçok dijital kaynağın ve haberin yanı sıra, Fehim Taştekin’in ‘Suriye: Yıkıl Git, Diren Kal’ kitabından oldukça faydalandım. Ülkemizin tarihinde -yaşanan isyan hareketlerini saymazsak- iç savaşa dair bir deneyim pek yok, bizim savaşa yönelik algımız düşman işgali ve vatan savunması üzerine inşa edilmiş. Bu yüzden Suriye’yi savaşa götüren politikayı bilmeyen birinin “Kalıp savaşsaydınız!” demesini anlayabiliyorum çünkü savaş dendiğinde onun zihninde canlanan bu. Oysa Suriye’yi savaşa, vatandaşlarını ise bitmek bilmeyen bir göçe sürükleyen iktidar mücadeleleri olmuş, Suriye’deki iç savaş haklısı da, masumu da olmayan savaşlardan. Bu yüzden konuyu araştırdıkça hiçbir tarafta saf tutmak istemeyenleri daha iyi anladım diyebilirim.
Öte yandan hikâyemin gerçekliğini koruması için göç yoluna dair içten bir deneyim aktarabilmem gerekiyordu. Bu noktada da Alman gazeteci Wolfgang Bauer’in 'Denize Gömülenler' adlı kısa ama etkili kitabı bana rehber oldu, o kitabı elime aldığım gün hazine bulmuş gibi oldum. Wolfgang Bauer bu kitabı yazmak için Alman pasaportunu geride bırakıp mülteci kimliğine bürünerek, diğer mültecilerle beraber göç yoluna düşüyor. Bana sorarsanız müthiş bir gazetecilik örneği. Herkese okumalarını gönülden tavsiye ederim. Tabii bu hikâyenin bir de Ayfer tarafı var. Orada da derin bir yas ve iyileşme hikayesi karşılıyor bizi. Bu yüzden çocuğunu kaybeden anneler, yas ve iyileşme süreçlerini epeyce araştırdım. Elizabeth Kübler-Ross’un yas üzerine çalışmaları çok yardımcı oldu, hatta romanın çatısını da onun literatüre kazandırdığı “yasın beş evresi” üzerine kurdum.
Güncel meseleleri romanına taşıyan bir yazar olarak, çağ ve çağ ile ilgili soru(n)lar, hangi açıdan ve nasıl sizin metinlerinize taşınıyor?
Güncel sorunlar yazdıklarıma sızıyor çünkü ben de bu hayatın içinde yaşıyorum ve yazdıklarımı yaşadığım dünyadan bağımsız düşünmüyorum. Konu sanat olunca görevlere ve sorumluluklara inanan biri değilim, bu yüzden yazarın çağını yansıtmak gibi bir sorumluluğu olduğunu iddia etmeyeceğim. Ama yazarın içinde yaşadığı çağın getirdiklerinden bağımsız yazabileceğine de inanmıyorum. Tolkien’in büyülü dünyalarında 1. Dünya Savaşı tecrübelerinin, George Orwell’ın yazdıklarında 2. Dünya Savaşı’nın tüm dünyaya yaydığı dehşetin ve gittikçe yükselen totaliter rejimlerin etkilerini görmezden gelebilir miyiz? Benzer biçimde, bu çağın yazarlarının ortaya koydukları metinlerin de çağın izlerini taşımaması bence imkânsız. Kendi adıma yazarken her seferinde farklı bir motivasyona sahip oluyorum. Bazen ilk romanımdaki Arda gibi gölgede duranları gün yüzüne çıkarmak, bazen Afra gibi sesi olmayanlara kulak vermek istiyorum. Ama sanırım en çok da insanları ortak bir duyguda buluşturmak için yazıyorum, ötekinin duygusunda. Çünkü hiçbir şey iyi anlatılmış bir hikâye kadar imkan sağlamaz ötekine kulak vermemize, onu anlamamıza. Biz ve onlar olarak iki kampa bölünen dünyamızda en çok ihtiyaç duyduğumuz şey de bu bence, ötekilere kulak vermek.
Afra ile Ayfer’in Taksim’deki bir patlama sonucu bir araya gelmeleri de yine oldukça önemli. Yakın dönem Türkiye tarihinde mülteci krizi kadar bu patlamaların da önemli bir karşılığının olduğunu söylemek mümkün. Bunun iki karakterin buluşmasına yol açması, bu tür bir dramdan bir dostluk ilişkisinin doğması da yine oldukça özel. Peki Afra ile Ayfer’i neden özellikle bu denli çarpıcı ve unutulmaz bir olayın ardından yan yana getirmek istediniz?
Az evvel de bahsettiğim gibi, bu hikâyenin benim zihnime düşmesi 2015’teki Ankara gar patlaması ile oldu. O gün orada değildim fakat televizyonda, internette canlı yayında akan dehşet görüntülerine bakarken zihnimde bir şeyler birbirine bağlandı ve bu hikâye doğdu. Hayatın akışı içinde zihnimizde bazı görüntüler birikiyor ve sonra bir şey ortaya çıkıp hepsini birbirine bağlıyor. Cansız bedeni bir plaja vuran Aylan Kurdi, Yunan bir balıkçı tarafından denizden çıkarılan ölü göçmen bebeğin ponponlu beresi, sokakta yanından geçip gittiğimiz ama aslında hayatın akışı içinde her an şiddetin ve istismarın nesnesi olan göçmen kadınlar ve Ankara Garı önünde, etrafa saçılmış cansız bedenler arasında dolaşırken “Herkesi öldürdüler, herkesi öldürdüler,” diye tekrar eden o kadın… O “herkes” öyle geniş ki içine bütün muhalifleri, göçmenleri, siyahları, LGBTİ+’ları, kadınları, çocukları, herkesi sığdırabiliriz. Çünkü biz herkesiz aslında, biz çoğunluğuz.
Ayfer ve Afra, bu denli unutulmaz bir olayın ortasında bir araya geliyor çünkü öncelikle bütün bu saydıklarım unutulmaz benim için, ben hiçbirini unutmadım. İkinci olarak da hayatın akışını değiştiren, bizi ait olduğumuz gerçeklikten koparan büyük bir olay gerekiyordu elbette bu iki karakterin bir araya gelmesi için. Çünkü açık yüreklilikle söyleyebilirim ki, en azından romanın başında, Ayfer yalın ayak, perişan vaziyette ortalıkta koşuşturan bir mülteci çocuğuna dikkat edecek biri değil, o da her an Afra’nın yanından geçip giden, Leyla’yı paramparça olana dek görmeyi reddeden kalabalığın bir parçası.
‘Kökler ve Kanatlar’da çocuk kaybının oldukça çarpıcı bir şekilde işlendiğini söylemek mümkün. Annelik, anne olmayı isteme veya reddetme, anneliğe hazırlık gibi birçok meseleyi buradan okumak mümkün. Bu noktada Ayfer’in yaşadığı trajedi ile anneliğin ona yaşattıkları, anneliğe yüklenen anlamlar arasında ne tür bir ilişki var?
Ayfer’in trajedisinin sebebi anne oluşu değil, anneliğe yüklediği anlamdan ileri geliyor. Ayfer bu romanın başladığı ana dek hayatına anlam katmayı başarabilmiş bir karakter değil. Kararlarının hiçbiri de kendi kararı değil, yaptığı her şeyi başkalarının sevgisini ve onayını kazanmak için yapıyor, kendisinden beklenen bu olduğu için. Onun asıl trajedisi çocuğunu kaybetmesi değil, çocuğunu kaybedene dek durup gerçekte kim olduğuna, istediğinin ne olduğuna hiç kafa yormaması, buna cesaret edememesi. Annelik de bunun bir parçası, üzerine yüklenen roller içinde gerçekten sevdiği tek rol belki de. Annelik duygusunun altında da salt çocuk sahibi olma arzusu yok elbette; Ayfer hayatı boyunca başkalarının sevgisini kazanmaya çabalamış, hayatını da buna göre şekillendirmiş biri. Oysa kızı Selin’i “kendisi ne yaparsa yapsın onu yine de sevecek, çünkü başka türlüsü elinden gelmeyecek” biri olarak görüyor. Yani anne çocuk ilişkisi üzerindeki sevgi örtüsünü kaldırdığınızda bir iktidar ilişkisi de aslında. Dolayısıyla Ayfer, kızı Selin’i özlediği kadar anneliği, anneliğin ona getirilerini de özlüyor. Annelik de bize sunulmaya çalışıldığı gibi karşılıksız, fedakâr, ideal biri olmak manasına gelmiyor yani.
Roman, yine farklı görüşlere açık, içerisinde umut barındıran çarpıcı bir son ile nihayete eriyor. Afra ile Ayfer’in yolları ayrılırken okur nezdinde onlara dair umudun hep yeşermeye müsait olduğunu söylemek mümkün. Son olarak, Afra ile Ayfer’in yol ayrımı ve romanın finaline dair ne söylersiniz?
Bu hikâyenin başka türlü bitmesi bana göre mümkün değildi zira bu aynı zamanda bir iyileşme romanı. İyileşmenin en önemli adımı da saplandığımız yerden kurtulmak, geriye değil önümüze bakabilmek ve ileri doğru bir adım atabilmek. Bu hikâyede de Afra’yı Ayfer’in iyileşmesinin sebebi değil, vesilesi olarak görüyorum. Bir de ben hikâyenin bittiği yerden sonra karakterlerime neler olduğunu bilmem, sadece hayal edebilirim. Çünkü yazdıkça benim onlar üzerindeki hakimiyetim son bulur ve aktarmayı bıraktığım yerden sonra da onlar kendi hayatlarını yaşamaya devam ederler. Kendi adıma Afra’yı gelecekte, dünyanın bir yerlerinde kendi hayatını inşa etmeyi başarmış bir kadın olarak hayal etmek beni mutlu ediyor. Ayfer’inse başına gelen onca şeyden sonra, sonunda salt olmayı arzu ettiği biri olabildiğini umuyorum.