Üslubu ve seçtiği konularla Hüseyin Rahmi’yi andırır Nahid Sırrı. Her zümreden, karakterden, tipten kadın, mahalle hayatı, sokak hayvanları, doğanın döngüsü, ev hayatı, aile ve aşk ilişkileri… Bir kusuru varsa, o da dili biraz hoyratça kullanmasıdır.
Bugün size içe dönük ve yalnız olmasına rağmen yazarken gözünü budaktan esirgemeyen, sivri dilli bir yazardan, Nahid Sırrı Örik’ten bahsetmek istiyorum. Tıpkı Suat Derviş gibi o da geç keşfedildi. Daha önce bazı yayınevlerinden tek tük kitapları çıksa da, ondan isabetli biçimde “bir cihan kaynanası” diye bahseden Bahriye Çeri’nin çabasıyla buluştu daha geniş bir okur kitlesiyle. 1895 doğumlu Nahid Sırrı’nın gazetelerde, dergilerde tefrika edilmiş sayısız romanı, hikayesi, fıkrası, eleştiri yazısı var halbuki. Osmanlı İmparatorluğu’nun batılılaşma çabalarına da, çöküş sancılarına da tanıklık etmiş, Cumhuriyet’in memuru olarak genç başkent Ankara’da 20 yılını geçirmiş biri olarak ilk öykü kitabının 90’larda okurla buluşması politik tercihlerle şekillenen Milli Eğitim müfredatımızın cılızlığının, yayıncılık piyasasının uzun yıllar bir cemaat gibi içe kapalı iş görmesinin neticesi.
İmparatorluğun yüksek dereceli memuru olmasının yanında çevirmenlik ve yazarlık nosyonu da bulunan Örikağasızade Hasan Sırrı Bey’in oğlu Nahid Sırrı, düzenli bir mektep eğitimi görmemiş. Fakat entelektüel kapasitesini geliştirmesine imkan verecek kültürel sermayeyi ve ekonomik gücü ona sağlayan bir evin çocuğu olmanın avantajını kullanmış. Ebeveyninin o daha küçükken ayrılması, Nahid Sırrı’nın çocukluk ve gençliğinin bir evden diğerine, bir düzenden ötekine mekik dokuyarak geçmesine sebep olmuş. Bu evlerde birkaç kuşak kadının kucağında, dizinin dibinde edindiği hayat tecrübesi, dinlediği geçmiş hikayeleri, gözlemlediği insan ilişkileri ve ev düzenleri ileride yazacaklarının hammaddesi olmuş. Eski Zaman Kadınları Arasında adlı kitabı, zamanın sündüğü, mahmur çocuk gözlerimizin aralıklarından sızan ve bizi kah müşfik kollarında sallayan evcil hikayelerle, kah dehşete sürükleyen yıkımlarla, çatışmalarla doludur. Bu hikayelerde kendi ailesinin büyükleri başta olmak üzere, görmüş geçirmiş hanımlar, bahtsız halayıklar, gürbüz aşçı kadınlar, kendilerine hizmet ettirecek “yağlı bir kapı arayan kocamış misafirler” bu cihan kaynanasının alaycı üslubundan nasiplerini alırlar. 2. Abdülhamid dönemi İstanbul’unda yaşamış olması, babasının bu dönemde devlet hizmetinde çalışması gözlem gücüyle de birleşince en etkili anlatılarından biri olan Sultan Hamid Düşerken ortaya çıkmıştır. Psikolojik tahlillerdeki başarısının, aile ilişkilerine ve evlilik hayatına eleştirel bakışıyla birleşmesiyle ortaya çıkan Kıskanmak romanına kayıtsız kalmak mümkün değildir. Her ikisi de filme uyarlanmış ve epey seyirci çekmiştir. Son günlerde Kızılcık Şerbeti dizisinde sık gönderme yapılan ve TV dizisi olarak çekilen Eve Düşen Yıldırım, aşığı olan iki erkekten kendisine yönelen ilgiyi nefsine iyi geldiği yönleriyle alan ve aile değerlerini, düzenini umursamayan ayrıksı bir kadının hikayesidir.
Nahid Sırrı sadece hikaye ve roman yazarı değildir. Çok sayıda batı klasiğinin de çevirmenidir. Uzun yıllar icra edeceği mütercimlik mesleğinin sermayesini babasıyla, onun görevi icabı gezdiği Avrupa ülkelerinde kazanmıştır. Yurtdışından döndükten sonra Maarif Vekaleti’ne mütercim memur olarak girer. Hasan Ali Yücel’in girişimiyle Ankara’da kurulan Maarif’in Tercüme Bürosu’nda çevirmen olarak çalıştığı 1925-45 arası dönem hayatının en üretken yılları olacaktır. Dönemin Ankarasında Yaşar Nabi Nayır ile arkadaşlığı, Nayır’ın çıkardığı Varlık Dergisi’nin hem kendisi, hem de yazdıkları için bir sığınak olmasını sağlar. Ankara yıllarında neredeyse tek arkadaşı Nayır ve Şahap Sıtkı İlter’dir. Sosyal hayat içindeki kırılganlığı içe dönük kişiliğine bağlanabilir. Ama içe dönük yaşamasına sebebiyet veren en önemli etkenlerden biri hayatının mahrem tutmak istediği tarafı olsa gerektir. Oğlak Yayınları’ndan çıkan San’atkarlar’ı yayına hazırlayan Kayıhan Özgül, sunuş yazısında Nahid Sırrı’nın cinsel yönelimi sebebiyle maruz kaldığı zorbalıktan bahseder. Ama Özgül bu zorbalığı eleştirirken Nahid Sırrı’nın cinsel yönelimini yadırgayan bir tavır sergiler. Üstelik Örik’in cinsel kimliğine dair bir beyanı, bırakın beyanı iması bile olamamıştır ne yazık ki. (Bu konuda Serdar Soydan’ın isabetli bir yazısını tavsiye ederim. Orada Nahid Sırrı’nın gizli tutmak zorunda kaldığı duygusal ve cinsel yaşamına dair bazı bilgi ve tahliller de var.
EDEBİYAT ALEMİNİN ZORBALARI
Akbaba Dergisi’ni çıkaran ve her dönem muktedirler nezdinde muteber olmayı başaran Yusuf Ziya Ortaç, Örik için şu pespaye dizeleri yazıp dergisinde yayınlar: “Kırıtarak gelirken uzaktan Nahit Sırrı/Sanırım pantolonlu ceketli bir kız gelir!” Erkekliğin sembolü olan ve uzun süre kadınlara men edilen pantolon, başka bir vesileyle yine karşımıza çıkacaktır. Kayıhan Özgül, Mehmed Kemal’e referansla, Nahid Sırrı’nın Ankara’da bulunduğu dönemde Ertuğrul Şevket’in bir gün onun pantolonunun paçasından tutup yırttığını anlatır. Belli ki bu olay – gerçekten yaşandıysa - hadsiz Ertuğrul Şevket’in, Nahid Sırrı’nın o pantolonu giymeyi, yani “erkek olmayı” hak etmediğini cümle aleme ilan etmesidir. Malumunuz, eril zihniyet nezdinde, “etek giydirip dolaştırmak” bir tehdittir ve erkeğin yenilgiye uğrattığı bir diğerini cezalandırması anlamına gelir. Pantolon paçası yırtmak da bununla eşdeğer bir hakaret sanılsa gerektir. Kayıhan Özgül’ün bu olayı anlatırken takındığı eşcinselliğe yönelik olumsuz tavrını, eşcinselliği bir sorun, sorunun kaynağını da aile olarak gösteren şu alıntıyla açık edelim: “Nahid Sırrı’yı Nahid Sırrı yapan sebeplerden ikincisi cinsel seçimidir ki, belki de ailesinin olumsuz etkilerinin bir sonucu olarak değerlendirilmeliydi. Örik, yurda döndüğü sıralarda ‘hermaphrodite’ olarak adlandırılmaya daha yakın bir noktadadır. (…) Bu ‘sexual inversion’ çokça gizli kalamaz ve çevresi tarafından da fark edilir.” Özgül’e gereken yanıtı usturuplu biçimde Serdar Soydan vermiş. Örik’in duygusal dünyasına ise Selim İleri, Cemil Şevket Bey, Aynalı Dolaba İki El Revolver (1997) ile kendi meşrebince sahip çıkmış.
Nahid Sırrı edebiyat dünyasındaki tek başınalığını okumak ve yazmanın yanında, doğaya, yeni kültürler, coğrafyalar keşfetmeye yönelerek değerlendiren bir karakter olarak çıkar karşımıza. Her vesileyle şehir içinde aylakça dolanır. Yabancılarla konuşur, gözlemler yapar. Ankara’da Ermeni Mahallesi’ne yakın bir pansiyonda kalır. Buradan uzun yürüyüşlerle Kale’ye varır. Ara sıra İstanbul Pastanesi, Ankara Palas gibi mekanlara uğrayıp üç-beş ahbap gördüğü de olur. Hiçbir daveti kaçırmadan Anadolu’nun birçok şehrini gezer, gezenlere eşlik eder. Bu anlamda ona yalnız bile denemez. Belki de erkeklerin dünyasının edebiyat alemine de sirayet etmiş hoyratlığından kendini sakınmaktadır. Seyahatleri, roman ve hikayelerine fon teşkil eden şehirleri, kasabaları sarih biçimde tasvir edebilmesini sağlayacaktır. Ayrıca Ankara ve İstanbul hakkında gözlemlerine dayanarak, araştırmacılar için eşsiz birer kaynak olan birçok yazı yazmış, bunlar toplu olarak yayınlanmıştır.
Yalın, naif ve politik olarak kırılgan olana özen ve ilgi gösterir. Bu sebeple eserlerinde politik eleştiriye sık sık rastlanır. Osmanlı’nın son döneminin yönetsel krizlerini eleştirdiği gibi, Cumhuriyet rejimine de eleştiri yöneltir. Emeği sömürülenler, sosyal hayattan dışlananlar, hayatın nimetlerinden mahrum edilenler onun şefkatinden paylarını alırlar. San’atkarlar içindeki “Beyazlanan Yapraklar” hikayesinin kahramanı hem diplomat, hem de ünlü bir yazar olan Hüseyin Kemal Bey’dir. Kızını ziyaret için gittiği Zonguldak’ta kömür işçilerinin hayat şartlarını gözlemler ve romancı olarak şöhretine kaynaklık eden, romanlarına ilham veren müreffeh büyük şehir hayatından, salon insanlarından, küçük burjuvalara has dertlerden mustarip karakterlerden soğur. Kıskanmak da aynı şehirde geçmekte, merkezinde bir kıskançlık hikayesi dursa da, yeri geldiğinde maden işçilerinin zorlu hayatlarına gönderme yapmaktadır. Sultan Hamid Düşerken zaten başlı başına bir politik analiz ve eleştiridir.
Üslubu ve seçtiği konularla Hüseyin Rahmi’yi andırır Nahid Sırrı. Her zümreden, karakterden, tipten kadın, mahalle hayatı, sokak hayvanları, doğanın döngüsü, ev hayatı, aile ve aşk ilişkileri… Bir kusuru varsa, o da dili biraz hoyratça kullanmasıdır. Gramer hatalarına sık sık rastlanır yazdıklarında. Yine Kayıhan Özgül aynı sunuş yazısında, “Anadili Türkçe ise de edebiyatta anadili Fransızca’dır" dense yeri var. Sonraları Türkçe eserlerinde bile kendini gösterecek bir Fransızca kokusu, bir kılçıklı ifade yerleşip kalır. Dostu Yaşar Nabi onun bu Türkçesini, konuşarak öğrenilmeyişine ve tamamen ‘kitabi’ oluşuna bağlar” der. Ama şaşırtıcı biçimde, başka metinlerde teklemelere yol açacak hatalar, Nahid Sırrı’nın hikayelerinin, romanlarının büyüsünü bozmaz. Fıkralarını okunmaz hale getirmez.
Yazının başında bahsettiğim Suat Derviş erkeklerin dünyasına, Nahid Sırrı da kadınların dünyasına yakın durdukları için uzun yıllar görmezden gelindiler belki. Her ikisinin de politik duruşu, normativiteye teslim olmayışı onları ayrıksı kılıyordu. Örik’in fazladan cinsel kimliğine ait çekincelerle hırpalanması söz konusuydu. Edebiyat aleminin eşiğine yığılan engellere, tabularına, derebeylikvari ilişkiler ağına dahil olamadılar. Keşke yaşarken bu kadar değer görselerdi.