'Edebiyat piyasası' çözümlemesinde Cemal Süreya

Papirüs’ten Başyazılar, Cemal Süreya'nın Papirüs dergisinde yayımladığı yazıların toplamından oluşuyor. Süreya, döneminin edebiyat çıkmazlarını, tartışmalarını eleştirel bir gözle irdeliyor.

Abone ol

Kaan Turhan

DUVAR - Cemal Süreya’nın “Papirüs’ten Başyazılar” kitabı, 2015’te Yapı Kredi Yayınları tarafından tekrar yayınlandı. Bu kitabı, Papirüs Dergisi’ndeki başyazılarından oluşuyor. Yazıların hepsi, tam bir manifesto! Edebiyatın tartışmayı bırakıp, eş dost kayırmalarını gündeme aldığı bir ortamda; Süreya’nın yazdıkları ders niteliğinde! Kişisel çıkarların, her yerde görünmek için çalakalem yazılarla niteliğin hepten ayaklar altına alındığı bir ortama, Süreya’nın yazılarının bomba gibi düşmesini bekleyemezsiniz! Bu birikimler dikkate alınıp, edebiyat için bir şeyler yapılabilseydi; sanırım, edebiyatımız çok farklı bir konumda olacaktı. Kuşkusuz, başkaldırı sanatını da anlamış olacaktık:

"Bugün şiir çağdaş şairlerde yeni alanlar, yeni açılar yaratırken belirli bir yönde gelişiyor: Başkaldırma yönünde… Günümüz insanının, uygarlığın bugünkü sıkışık biçimlerinde, çıkmaz sokaklarında, labirentlerinde ilerlerken gösterdiği davranışlara uygun düşüyor bu. Bu biçimler, bu sokaklar, bu labirentler uygarlığın kendisiyse, şiir barbarlığın ta kendisi oluyor. Onun için ahlâkı kovuyor. Şiir bütün çağlarda onun için var."(s.23) Şiirin gücü buradan geliyor. Ele avuca sığmayan, magma kaynağından patlayarak tüm çevreyi sarmalayan lâv kırmızısı yapısıyla şiir dipdiri duruyor.

YAŞAYAN BİR ŞİİR 

Yaşayan insanı önceleyen bir uygarlık betimlemesinde şiirin yeri daha da kalıcılaşıp, yüksekliğini, erdemliliğini koruyor. Dolayısıyla, “Bizim bugünkü koşullarımız içinde yalnız gerçekçilik bi' tektir. Her türlü erozyonla sökülüp gittiği halde bir türlü “tükenmeyen” Anadolu insanı ancak gerçekçi bir sanatla anlatılabilir.” (s. 130) dediğinde, belirli kalıpları dayatıyor diye Süreya, eleştirilmemeli. Ancak, salt gerçeklikle kavrayışımızın kısır kalacağını ve yetersiz bir tanımlamayla, Anadolu’yu, insanımızı bütünlüklü kucaklayamayacağımızı düşünüyorum. Buradaki vurguyla, “bugünkü koşullarımız”, Türkiye’nin bitmek bilmeyen “bugünkü koşulları”, bizi gerçekliğe yaklaştırıyor. Ve edebiyatı bu koşullarda yürütmek gerçekten güç! Edebiyat, halkı hiçleştirdikçe, halktan ayrı bir damarda kangren oluyor.

Kangrenleşmiş edebiyat, insansız edebiyatın da kendisi olmakta! Siyasal faşizmine meşruiyet arayışındaki iktidarlar, toplumsal eşitliği, özgürlük bilincini gittikçe silmiş ve ülke koşullarında, eşitlik ve özgürlük yok olmuştur: “Bugün yurdumuzda özgürlükler bazı ‘daha eşit’ kişilerin ve kişi gruplarının tekellerinde olmaktan ileri gidemiyorlarsa bu, devletin yeni statüsündeki bir eksiklikten değil, yöneticilerin o statüyü savsaklamalarından ve işlerlikten alıkoymalarından ileri gelmektedir. Uygulama alanına baktığımız zaman anayasa hükümlerinin kâğıt üstünde bırakılmak istendiğini görüyoruz. Temel hakları ve özgürlükleri Anadolu insanına doğru uzatmak için en ufak bir davranışta bulunulmamakta, özgürlüğün maddi ve somut özleri unutulmakta, özgürlükler belli çevrelerin ve sınıfların zamanaşımına uğramaz bir rantı olarak bırakılmaktadır. Üstelik bunlar yapılırken klişeleşmiş, yaşama değerini yitirmiş, çok silik, çok geride bir özgürlük kavramı adına hareket edilmektedir.” (s.37)

'FAŞİZMİN ÇOBAN KÖPEKLERİ'

Özgürlük, eşitlik silikleştikçe, oligarkların hizmetine eklemlenmiştir. Bu noktada Süreya, yazarın, şairin ‘durumu’nu şöyle ifade etmektedir: “Anayasa’nın varlığına rağmen son yıllarda Türkiye faşizme kaymak eğilimini taşımıştır. Bu bakımdan devlet yöneticileri halkı ve insan değerlerini koruyan yazara yaklaşmaktansa kapısında “faşizmin çoban köpeklerini” beslemeyi tercih edecektir. Yazar ise yavaş yavaş çözülmüş bulunduğu devlet yöneticilerine karşı büyük bir çatışma ortamına girmiş bulunmaktadır.” (s.61) günümüzde bu ‘tip’ yazara ulaşmak güçtür.

Korku ve terör ortamı, insana o denli işlenmiş ve insan yaşamında terör, korku o denli olağanlaştırılmıştır ki, yazar, şair bu çatışma ortamında, ayrıca bir çatışmaya girecek bilinci taşımaktan yoksun kalmıştır. Böyle bir toplumsal karmaşa içinde, okuyucular hatta edebiyatçılar: “Gelişim zincirini izlemediği, bu edebiyatı çocukluğundan beri yaşamasından geçirmediği için bütünüyle algılayamamakta, her şeyi parça parça görme ve Batı edebiyatı ürünleriyle kıyaslama eğilimine girmektedir. Sanki Anadolu’nun edebiyatı karşısında değil de herhangi bir ülkenin edebiyatı karşısındadır.” (s.34)

EDEBİYAT GÜDÜKLEŞTİRİLİYOR 

Ülkeye ve topluma yabancılaşanlar çareyi, “iyi” sandıkları metinlerde aramakta, kendi öz birikimlerini, kaynaklarını görememektedir. Kendi öz kültürüne, kendine ve yaşadığı topluma yabancılaşan yazar, Süreya’ya göre: “Burjuva değerlerinin şekerleşmiş, düşünceyi barsaklarda tembelleştiren diyalektiği içindedir. Kurulu düzendeki aksaklıkların savunuculuğunu üstlenmiştir. Tek amacı sosyalizmin, yani insanın zafer kazanmamasıdır. Amacını elde etmek için bir sürü ilersiz kanıtla karşınıza dikilir. Asıl olan o kanıtların fikir düzeyi, gerçekle içten bağıntıları değildir, asıl amaç düzenin değişmemesini sağlamaktır.” (s. 28) Çünkü herkes konumundan, elitist ilişkilerinden memnun görünmektedir. Cemal Süreya’nın ifade ettiği gibi gerçekle bağını yitirmiş yazar, yapay koşullandırma içinde kendi tatminini yaşamaktadır.

“Edebiyat, azgelişmiş ülkelerde yeni türlerini şiirden kopararak çıkaracaktır. Nitekim öyle olmaktadır, bugün Batı’da şiir, söz sanatları içindeki ağırlığını yitiriyor. İkinci plana düşüyor… azgelişmiş ülkelerde şiir ağırlığını korumakta, hatta yeni türlere kaynaklık etmektedir. Şiir Avrupa’da, Vietnam’da büyümekte, yeni aşamalar kazanmaktadır. Bunun için “şiir çağını yitirmiştir” sözü yalnız Batı ülkelerindeki durumu doğrulayan bir yargı olacaktır.” (s.55) Şiirin çağını yitirdiği sözü, acımasız bir ifade olsa da gerçek karşısında çok hafif dahi kalabilen bir ifadedir.

Çünkü şiir, şaire rağmen vardır. Tüm birikimi, tüm varlığıyla karşımızdadır. “Bir kere, şiir eğlence (distraction) niteliğini hiç taşımayan bir sanat. Bu bakımdan çok genel anlamda temizleyici, (belki) yetiştirici, (mutlaka) bileyici nitelikleri dışında bir nedenle bir aracının ona yaklaşması söz konusu olamaz. Resim, mobilya olarak da kullanılabiliyor; roman vakit öldürmek için de okunabiliyor; şiir ise kendi akışı dışında, yararlanılabilecek bir nitelik taşımayan bir sanat. Asi bir sanat. Bu yüzden, para-mal-para düzenine pek giremiyor, kapitalist üretimin çarkında “başka bir özel planda” görünerek devinemiyor. Kapitalist üretim de kendisine elverişli gelmeyen bu uğraş alanını kovuyor, gerilere itiyor. Yarattığı hayat biçimleri içinde bir yer vermek istemiyor ona.” (s.123)

Şiir kitaplarının, 'edebiyat piyasası'nda neden parayla basıldığı daha bir ortaya çıkıyor. İyi şairler, iyi şiirler de bu acımasız kapitalist konfor karşısında yalnız kalıyor. Her şiiri ya da her şairi, o niteliksiz şiir yığınlarından, o adam kayıran kişilerden sanıyorlar. Böylelikle, şiir ve şair, kapitalizm ve şairimsilerce, Süreya’nın tekrar dirilecek dediği şiiri, tekrar tekrar gömüyor.

Papirüs'ten Başyazılar, Cemal Süreya, 140 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2015.

SOLCULUK ADINA MİTOLOJİ DEVŞİRMEK

Yozlaşmış 'edebiyat piyasası'nda, Yunan mitolojisinden olur olmadık adlar, tamlamalar ve yer isimleri dolduran şairimsilere yanıt niteliğinde Cemal Süreya şunları söylüyor: “Sanatın bir takım koşulları vardır. Bunların bir kısmı evrenseldir; bütün bir insanlığın ortak sosyolojisinden doğmaktadır; tarihsel gelişme içinde birbirine dönüştürülebilir, yüksek düzeyde aynı sorunları hazırlayabilir. Bir kısmı ise ilişkin olduğu toplumun kendine özgü temellerinden çıkar. Mitoloji, bu ikinci cins koşulları besleyen etkenlerden biridir. Toplumlar arasında sanat teknikleri yönünden alışverişi olağan karşılayabiliriz. Ama bir mitoloji alışverişi kabullenmemiz oldukça güç bir şey olacaktır… bu kendi efsanelerimizden çıkan bir mitoloji olmalıdır. Şiirin evreni dildir. Her dilin kendi toplumuna özgü efsanelerinin dışına doğru hareket ettirebiliriz belki. Daha doğrusu onlardan bağımsız bir şekilde kullanabildiğimiz olur. Ama başka bir mitolojinin lejantlarıyla doldurmamız dildeki şiirsel kökü yavanlaştıracaktır.” (ss.31-32)

Bunu solculuk, özgürlük adına yaptığını düşünen, ifade eden şairler, yazarlar; dili gericileştirip, yok ediyorlar. Solculuk adına, “ida”, “eros”, “posedion”, “odiseus” vb. bir dolu mitolojik kavram ve isimleri devşirenler; bir şiirde, “dua”, “tanrı”, “semâh” vb. kavram ve isimleri görünce neden küplere binerler? Çağrışım olarak, yansıma olarak, içtenlik olarak bir “ansızın semâh”, bir “yaralı dua”; “zambaklı ida”, “tanrısız eros”tan daha bir yerindedir. Ve bunu sol, sağ için ya da bir ideolojik kutuplaşma için değil, edebiyat için öngörmeliyiz. Türkçe’nin zenginliğini hiçleştirmeden, Türkçeye boyun eğdirmeden, onu yaşatmak için önce dilimizi taşıyabilmeliyiz.

Cemal Süreya aslında en güzel biçimde konuya açıklık getirmiştir: “Materyalizm adına Poseidon’un denizlerinden damızlık aygır getirmenin gereğine inanmak çok güç.” (s.33)

ÖDÜL SİSTEMİ 

Edebiyat piyasasını çözümlemesinde, belki de Cemal Süreya ile anlaşamayacağımız tek nokta ödüller konusudur. Süreya’ya göre, ödüllerin koşulları: “ödülün daha önce kimlere verildiği, ödülün daha önce kimlere verilmediği, ödülün maddi değeri ve sağladığı maddi imkânlar, jüri üyelerinin kimlerden meydana geldiği, bu son ödülü kazanamayan eserlerin de değerli oluşu, ödülü verenin kim olduğu.” (s.82) yönünde özetlemiştir. Buradaki en önemli düşünce/ifade: “… son ödülü kazanmayan eserlerin de değerli oluşu…”dur. Bu ifade dahi, Süreya’nın hakkaniyetini gösteriyor. Ancak ödül sistemine karşı topyekûn bir karşı duruş söz konusu değil!

Ödülün hep değerli eserlere verilmesi, ödülün önemidir diyor, Süreya: “bir ödülün önemini yaratan en yakın öğe o ödülün daha önce de hep değerli eserlere verilmiş olmasıdır.”(s.82) Öyle ki bir edebiyat eserini, bir diğer edebiyat eserinden farklılaştıran, ayıran nedir? Bir eseri değerli yapan hangi unsurdur? Örneğin, Ece Ayhan’ın “Bir Şiirin Bakır Çağı” kitabıyla, “Başıbozuk Günceler” kitabından hangisi değerli, hangisi “iyi” ya da hangisi önce ve hangi ölçüte göre? Bir bütünü bozup, parçalayarak değerliği artıracağımızı sanmıyorum.

“Sait Faik hikâye Armağanı ise hikâyecileri bir çeşit sıraya dizip hepsini taçlandırma eğiliminde olduğundan ve değerliyle değersizi her zaman aynı titizlikle ayırt edemediğinden bu yıl Muzaffer Buyrukçu’ya verilen armağan bu açıdan pek önemli bir armağan sayılmamak gerek.” (s.82) Süreya’nın burada dikkat çeken bir ifadesi var, hikâyecileri “…bir çeşit sıraya dizip hepsini taçlandırma eğilimi…” Bu demek oluyor ki: “kimin paraya ihtiyacı var”, “kimin kitabını sattırmalıyız”, “kimin unutulmuşluğunun önüne geçebiliriz” kaygıları belki de bir kitabı değerli yapan ölçütlerdir. Bu ölçütlerdir ki aslında, edebiyatı okunmaz yapmaktadır. İyilik kaygısı(!) edebiyata zarar vermekte ve niteliği olabildiğince düşürmektedir.

Jüri sorununda, tıpkı bugünün oligarkları gibi edebiyat tröstlerini Süreya şöyle eleştiriyor: “Jürinin kimlerden meydana geldiği de ödülün ya da armağanın değerini oluşturan temel bir öğedir. Yeni edebiyatı izlemediğini, hatta çok zamandır hiçbir şey izlemediğini herkesin bildiği bazı kişilerin (sözgelimi bir Sabri Esat Siyavuşgil’in, bir Vahit Turhan’ın) bulunduğu bir jüri yanlış bir jüri değil midir acaba?” (s.84) Elbette yanlıştır. Jürinin yüzlerce kitaplık/dosyalık eseri nasıl incelediği, binlerce sayfayı nasıl okuyup keyfiyetsiz değer biçtikleri tartışmalıdır.

Bu gerçeği görmüş olacak ki, Süreya şunları ekliyor: “Türkiye’de ödül jürilerinin çok kere iyi çalışmadıkları, önlerine gelen yapıtları önemsemedikleri, hatta bunları okumak zahmetine bile katlanmadıkları (Raportör üye ya da çalışkan bir üye, yapıtı savunur ve parmaklar o üyeye karşı beslenen sevgiye, kızgınlığa uygun olarak kaldırılır ya da kaldırılmaz) bir gerçektir.” (s.84) Buradaki çalışkan üye ifadesine katılamıyorum çünkü jüri kurumu zaten kendilerince “değerli” bir yazarın/şairin kitabına ödülü vermektedir. Yani ‘değerli’ eserin değil, ‘değerli’ yazarın/şairin eseridir önemli olan!

“Ödülü verenin kim olduğu da önemli. Sözgelimi General Motors’un ya da Koç’un koyduğu bir ödülle Türk Solu dergisinin ya da Varlık dergisinin koyduğu bir ödül arasında fark olacaktır.” (s.85) Doğrudur. Çünkü büyük sömürücüyle, küçük sömürücü arasında fark olacaktır.

Cemal Süreya’nın ülke ve edebiyat ile ilgili bunca değerli ve derinlikli çözümlemelerinin karşısında, ödül konusundaki kimi yaklaşımlarının bu denli sığ kalması anlaşılır gibi değil! Ancak belirli adam kayırmalarının, belirli yapmacık ilişkilerin, jürilerin keyfi yaklaşımlarının da farkında.

“Papirüs’ten Başyazılar”, Papirüs’ü tekrar aramızda yaşadığı düşüne götürdü. Gerçekten de edebiyatımız çok farklı olurdu. En azından edebiyatımızı, 'edebiyat piyasası' olarak anmazdık.