Edebi kanon denilen milli edebiyat külliyatına bakacak olursanız yerli yazar sayısı epey az. Milli eğitim müfredatında bize hep bu bir avuç yazarın metinleri okutuluyor. Hakikaten bu kadar az mı yazar yetişti bu topraklarda? Edebi kanon, bir ulusun kurucu resmi tarih anlatısını, dolayısıyla hâkim paradigmayı desteklediğinden ve kültürel sermayenin de önemli bir parçası olduğundan bu külliyata dahil edilecek yazarlar ve eserlerinin titizlikle seçilmesi gerekiyor. Kayda değer kısmı rejimin organik aydınları tarafından yazılan ısmarlama metinlerden oluşan, eleştirel ve çoksesli olmayan bir kanon Türkiye’nin uluslaşma sürecinde kurucu kadronun elini güçlendirmişti. On yıllardır süren iktidarında kültürel iktidarı tesis edememekten müşteki AKP, Kemalist rejimin edebi kanonunu farklılaştırmak çabasında. Muhafazakâr ve İslami gelenekten yetişen yazarların yapıtlarını milli eğitim müfredatına dahil etmek; Cumhurbaşkanlığı ödülleri dağıtılırken bu yazarların hayatta olanlarına veya aynı gelenekten genç yazarlara öncelik tanımak; milliyetçi, muhafazakâr yazarların yapıtlarını yeniden basmak, dağıtmak bu çabalardan bazıları. Her türden imkânı merkezden, denetimli bir şekilde ve paşa gönlüne göre dağıtma hakkını kendinde gören AKP’li kadronun buna rağmen bir kültürel iktidar kuramaması, kültürel ve sanatsal üretimin teşvikle ivme kazansa da zorlamayla var olamayacağını gösterdi.
Peki edebi kanon dediğimiz külliyatın dışında kalan metinler neler, kanonik filtrelerden geçemeyen yazarlar kimler? Neden eşiğin dışında kalmışlar? Bu soruları, edebiyat tarihimizde adı geçmeyen, Latin harflerine geçilmeden önce gazetelerde tefrika edilmiş romanları gün ışığına çıkarıp, çevrimyazısını da yaparak yayımlayan Reyhan Tutumlu ve Ali Serdar’a sordum. Reyhan ve Ali, bir proje kapsamında Latin alfabesinin kullanılmaya başladığı yıl olan 1928’e kadar Arap alfabesiyle basılan 302 süreli yayını tarayarak buralarda yayımlanan tefrika romanları tespit etmişler. Önceleri sadece dijital ortamda yer alması planlanan tefrika romanlar, Koç Üniversitesi Yayınevi’nin desteğiyle kitap olarak da yayımlanmaya başlamış. Ali’nin sitemkâr sözleriyle, “Şimdiye kadar Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinin merak etmediği” bu romanlar Reyhan ve Ali’nin ön ayak olmasıyla ve bir avuç yetenekli, çalışkan araştırmacının/akademisyenin, Ruken Alp’in, Fatih Altuğ’un, Murat Cankara’nın, Tuba Işınsu İsen Durmuş’un katkısıyla edebiyat tarihine kazandırılmış. Çevrimyazılar da hem Osmanlıcaya vâkıf, hem de bu konuda akademik çalışmalar yapan kişiler tarafından hazırlanmış.
Bu yazarların ve romanların bu zamana kadar okurla buluşamamasının iki sebebi var: Kimisi edebi açıdan “zayıf” ve popüler kültüre hizmet eder bulunmuş; kimisi de ayartıcı olduğu düşünülerek politik tercihlerle dışarda bırakılmış. Bakacak olursanız, ilk dışlama gerekçesi de oldukça politik. Popüler kültür ile yüksek kültür çatışmasına kurban gidiyor kimi metinler.
İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e devreden roman türü Abdülhamid istibdadına doğuyor. Gazetecilik mesleğinin gelişmesi ve gazetelerin yaygınlaşması roman türünün palazlanıp yaygınlaşmasına eklenince tefrikalar da okur nezdinde revaç buluyorlar. Tefrikalarla ilgili daha önceki bir yazımda bahsettiğim gibi, bu yazı türü radyo tiyatrosundan tele novellalara ve oradan da dizilere uzanan “arkası yarın” kültürünün öncüsü. Ali’nin ifadesiyle, “Tefrikalarda okuru bağlamak ve merak uyandırmak için ara sıra yeni karakterler devreye giriyor veya bu karakterler okur tarafından tutulmazsa ortadan kayboluyorlar. Tıpkı günümüz dizilerinin başına geldiği gibi, tefrika beklenen okur ilgisini uyandırmazsa yarıda kesilebiliyor.” Bugünkü fanatik izleyicilerinki kadar olmasa da, tefrikalar için de tiraja yansıyan bir geribildirim alınıyor okurdan demek ki.
Mecra gazete/dergi olunca, ister istemez memlekette ve dünyada olup biten güncel olaylar da tefrikaların konusu oluyor. O yıllarda dünyada yaşanan çatışmalar, doğal afetler, otomobil, telsiz, radyo gibi icatlar, dönemin modaları, popüler şahsiyetleri boy gösteriyor romanlarda. Politik göndermeler, siyasi hicivler, imalar hızla sert bir karşılık buluyor ve sansüre uğruyor. Ama yazarlar istibdat dönemi insanları oldukları için şerbetliler. Lafı dolandırarak da olsa meramlarını anlatmanın bir yolunu buluyorlar. Reyhan ile Ali, bu tefrikalardaki kimi karakterlerin, olayların, diyalogların bugünkü politik iklimde var olamayacaklarını düşünüyorlar. Selahattin Enis’in kaleme aldığı ve kenar mahalleden yetişen Fikriye’nin fahişe Şadan’a dönüşmesini anlatan Orta Malı gibi bir roman 1926’da bir gazetede nasıl basılmış diye hayret ettiklerini söylüyor Reyhan. Çoğumuzun Araba Sevdası romanı ile bildiğimiz Recaizade Mahmut Ekrem’in Saime adlı romanındaki “beyaz boyun bağlı kadınlar” lezbiyendirler; Halide Edip’in kardeşi olan Belkıs Sami Boyar’ın Aşkımı Öldürdüm romanındaki özgürlüğüne düşkün Ferhunde, kendisini aldatan kocasından “kurtulma” planları yapar ve henüz evliyken başka bir aşk ilişkisine girmekten imtina etmez. Reyhan, Virginia Woolf’un Kendine Ait Oda’sı henüz yayımlanmamışken, Ferhunde’nin koca evinde kendine ait bir oda kurduğunu, bu odanın mahremiyetini ilan ettiğini ve orada okuyup yazdığını, dostlarını kabul ettiğini, hayallere dalıp hayatı üzerine düşünerek radikal kararlar aldığını hatırlatıyor. Ali, Sadiye Vefik’in Bir Günahkâr Geceden Sonra’sında kadın dayanışması ve dostluğunun güçlendirici yönünün vurgulandığını, Fatma Fahrünnisa’nın Dilharap romanında da mutsuz evliliğini bitirme cesareti gösterip kaderine sahip çıkan kadınlar olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Kadınların ataerkil sistem nedeniyle geliştirdikleri stratejileri görüyorsunuz bunlarda. Sanki yenilmiş gibi gözükseler de alttan alta direniş mekanizmaları kuruyorlar.” Reyhan, tefrikaların kadın yazarlarının sadece özel alanda özgürlük talebiyle yetinmediklerini, düşünülenin aksine siyasi eleştiri de yaptıklarını ekliyor. Sadiye Vefik ve Fatma Fahrünnisa’yı benim gibi çoğunuz da ilk defa duymuş olmalısınız. Tefrikaların okurlarının önemli bölümünün kadınlar olduğu biliniyor. Hal böyle olunca bu özgürlüğe davet eden, cesaretlendirici anlatıların önemi artıyor. Tabii bunlara duyulan tepki de artıyor. Bu tefrikaların bir kısmının bugüne gelememesinin, birçok kadın yazarın adını bu proje hayata geçene kadar bilmiyor oluşumuzun bir nedeni de anlatıların içerikleri ve açtıkları yeni ufuklar olsa gerek.
Bu roman tefrikalarını okumak, bir yandan da bir sosyal tarih anlatısı okumak gibi. Her tefrikanın geçtiği dönemin gündelik hayatının, maddi kültürünün, modasının, eğlence hayatının, kurumların gelişiminin izlerini sürebiliyorsunuz anlatılarda. Aşkımı Öldürdüm’de bir doktor muayenehanesi nasıldır, hastalık nasıl teşhis edilir, hasta-hekim ilişkileri nasıldır sorularına yanıt bulabilir, tıp tarihi ile ilgileniyorsanız epey malzeme çıkarabilirsiniz. Orta Malı’ndan, o dönemde Eminönü’nde Rum, Galata’da Yahudi meyhaneleri olduğunu öğrenirsiniz. Saime’deki genç kadının gelinliği öyle ayrıntılı tarif edilir ki, terzi iseniz hemen modelini çıkarıp dikebilirsiniz. Ziya, Kesikbaş Cinayeti’nde dönemin İstanbul’unun haritası çıkarır adeta. Bununla da kalmaz, söz konusu dönemde Amasya bamyasından yapılan çorbanın kırık tedavisinde kullanıldığını anlatır okura. Hemen hemen her romanda İstanbul’un eski sayfiye yerleri anlatılır. Mesela, deniz havası yerine orman havası tercih eden zenginlerin Yakacık’ı mesken tuttuklarını öğrenirsiniz. Tefrikaların neredeyse tümü İstanbul’da geçtiği için haliyle gündelik hayat, sosyal ilişkiler ve toplumsal dönüşümleri İstanbul’da tecrübe edildiği haliyle takip edebiliriz. Bunu da eklemek gerek. Köy romanı denilen tür veya Anadolu’nun başka şehirlerinde geçen anlatılar sonradan eklenecektir edebiyat tarihimize.
Reyhan ve Ali, tefrikaları tozlu arşivlerden gün ışığına çıkarmakla yetinmemiş, yazarlarının hikayeleriyle birlikte ele almışlar, roman kahramanlarının, anlatıların, dilin, üslubun ve romanların geçtiği dönemin sosyo-ekonomik, kültürel yapısını hem kendileri analiz etmiş, hem de benzer konularda çalışan diğer araştırmacıları bir araya getiren bir çalıştay organize etmişler. Yayımlanan kitapların tam listesine buradan, çalıştayda sunulan tefrika kültürü ve bu proje kapsamında yayımlanan kitaplar hakkında ilgi çekici analizlere de bu linkten ulaşabilirsiniz. Yayıma hazırladıkları tefrikaların yazarlarının daha önce yayımlanmış eserlerini gözden geçirdiklerinde, belki tembellikten, belki de sansürleme kaygısıyla bazı paragrafların atlandığını fark etmişler. Bunu duyunca, insan okuduğu Osmanlıcadan çevrilmiş romanlara şüpheyle bakıyor. Bitirmeden şu güzel haberi de vereyim: Reyhan ve Ali bu yorucu fakat heyecan verici projeyi sürdürecek ve 1928’den sonraki Latin harfli tefrikaları da keşfetmemizi sağlayacaklar.